26 Nisan 2010 Pazartesi

Away we go


Sinemada vizyon süresince gidemeyip de içimiz de kalan filmler olur ya. Benim için de "Away we go" öyle bir filmdi. Zaten afiş tasarımı, iki sevimli samimi oyuncu ve sevgili yönetmen Sam Mendes'in bu filmi çekmesi izlemem için yeterli sebepler diye düşünüp hemen dvd'yi kapıp, sevgili kanepem ve ben dün bu filmi keşfe çıktık. Konu çok sade aslında, sizi şaşırtan acaip olaylar filan yok. Çok sevimli bir çiftin kendilerine sevebilecekleri bir hayat kurup, aile olabilecekleri yer arayışlarıyla ilgili. Tabi bu yeri bulmaya çalışırken de çok değişik insan portreleriyle karşılaşıyorlar ve nasıl ebeveynler olmak istemediklerine karar veriyorlar. Birbirlerini yeterince sevmeleri ve bu çocuğu olağanca güçleriyle istemeleri zaten iyi bir aile olabilmeleri açısından yeterli, ihtiyaçları olan huzurlu bir lokasyon ve düzgün bir sosyal hayat..E onu da bulup bulamadaklarını söylemeyeyim. İzleyin ve görün..:)
Film dahi olsa, benim gibi basit düşünen insanların var olduğunu görmek güzel..Bu dünyada en çok ihtiyacımız olan 2 şey karşılıksız sevgi ve güven duygusunun o kusursuz rahatlığı..Bu 2 tatlı insan hayalimdeki aile imajına birebir uymaktaydı..Filmdeki Burt gibi erkekler var mıdır gerçek hayatta, yoksa unut gitsin mi dersiniz???

22 Nisan 2010 Perşembe

Sayaç dediğin

Bazen duruyorum, tepki veremiyorum aklımdan geçenlere. Her zaman yapabildiğim içimdekiyle anlaşabilmeyi, konuşabilmeyi beceremiyorum o anlarda. Belki sadece ağlamak yardımcı oluyor bu gibi durumlarda. Bir müzik dinlemek, o sessizliğimi yıkmak, kafayı dağıtmak, düşünmemek, sıradan davranmak. Göz yaşı dökebilmenin insanı rahatlattığını söylerler, neden bu benim üstümde işe yaramıyor? Ağladığım zamanlarda niye bunun bir sonu olmuyor, ardı arkası kesilmiyor?
Açmak istemediğim tozlu fotoğraf klasörleri her önüme çıktığında, hayalet görmüş gibi oluyorum. Bakalım nasıl aşıcaz bunları…Ne mi istiyorum? Çok şaşırmak istiyorum, aklım başımdan gitsin istiyorum bazen de bilincimi kaybedip tamamen yeni bir ben olmak istiyorum. Bazen de boşluğa bakıp tepkisiz gülümsüyorum, aklımdan geçen hiçbir şey yok bu gibi durumlarda.
2008 yılında çekilen bu eski resimse bana şunu düşündürüyor. Keşke hayatımızda da bizi uyaran sayaçlar olsaydı, bir takım önlemlerimizi önceden alır daha hazırlıklı olurduk.

Gerçi hiç sanmıyorum, biz ibrelerin kontrolü altında yaşayan varlıklar değiliz..olamayız da..yaşadıklarımızla varoloruz...istatistik yorumlar bizim bir parçamız olamaz..atan bir kalbe sahip olduğumuz müddetçe, bundan daha büyük bir sayaç yoktur bizim için..Değil mi???

21 Nisan 2010 Çarşamba

Bir Gezegenden Diğerine



Herşey gidebilir ya da yok olabilir, ama herşeyiyle gerçekler kalır yanınıza. Onlara öyle kılıflar dikemezsiniz, ya da pay biçemezsiniz. Onlar korkularınız olurlar, bazen mutluluklarınız, azılı düşmanlarınız belki de niye olmasın olan bitenin en yalın halini size sunan dostlar olurlar. Gerçekler de evrimleşir sizle beraber. Birkaç sene önceki gerçekleriniz yeni gerçeklerinizle aynı değillerdir. Çünki siz de aynı insan değilsinizdir, kökleriniz başka toprakların da minerallerinden yararlanmış, başka kaynaklardan da su içmiştir. Sizi siz yapanların sayısı bazen azalmış, bazen de logaritmik olarak artmıştır.
Yeni sıfatlar eklersiniz soldaki loba. Şimdi kaçının iyi, kaçının kötü olduğunu tartışmaya gerek yok. Bu arada sağdaki lob da sayısal anlamda enkazların hesabını tutmaktadır.
Kalk gidelim dense bu öyle kolay olur mu sanıyorsun?
İzlenilen yüzlerce bölüm sex and the city, dinlenilen norah jones parçaları, her kalp sıkıştığında açılan pencerenin kenarına oturulup kurulan hayaller, kaç kez kuaföre gidip kestirilen saçlar, kaç litre aktığı belli olmayan göz yaşı, yırtık sayfaların arkasına karalananlar, yenen tırnaklar, akan makyajlar, değişen ruj renkleri, kapanmakta zorlanan çekmeceler, masa üstündeki çöpler, atılmayı bekleyen resimler, bitmiş rimel kutuları, bu kaçıncı allık diyip yine almalar, biten kitaplar, artık hafızada tutulamayan filmler, en iyi arkadaşla içilen şaraplar ve haddi hesabı olmayan diğer şeylerimle ben ruhumu bir gezegenden diğerine taşımaya çalışıyorum, yeterince yer var mı orada bu sahip olduklarıma ve bir de edineceklerime???

By the way i'm not a type of hubbell girl (the clue of this sentence lies in the film "the way we were")

Herkese kendi gezegeninde huzurlu bir gece dilerim...

14 Nisan 2010 Çarşamba

Alice sana bir kurabiye versem beni burdan götürür müsün?


Bunlar benim şaşkın sabah hallerim, bugün benim izin günüm oldu. Dinlenmeye ve biraz düşünmeye ihtiyacım vardı. Doğrusu miskinlik çok iyi geldi. Sabah Twitter muhabbetleri, blog okuma seansları, kahve+dergi sefası günümü keyifli kıldılar.

Bu arada yine de bugün boş durmadım. Geçen hafta film festivalinde "Balerin ve Hırsız" adlı filmi izleyip, ağzıma bir parmak bal çalındıktan sonra bu cumartesi için de bari bir filme bilet alayım dedim. Bu seferki seçimim Tayfun Pirselimoğlu'nun "Pus" adlı filmi oldu. Bu sezon da film festivalini en azından 2 filme giderek kapatalım avuntusuyla geride bırakacağız.

Başka ne mi yaptım çilek güzeliyle beraber kitaplar okudum, en iyi rehabilitasyon yöntemi herkese tavsiye ederim:)
Eee akşamüstü 5 çayının yanına kurabiye olmazsa ne yaparız. Hooop hemen un, yoğurt, yumurta, kabartma tozuyla seansı açtık. Mis kokulu şekilli mi şekilli kurabiyelerimiz oldu. Yanına çayı demledin mi, değmeyin keyfime:))


İsteyen olursa tarifi verebilirim:)

12 Nisan 2010 Pazartesi

SUSU



Yazmasam değil,
Yazıp üstünü çizsem...
Ne olur
Ya bir şey, ya birşey değil..
Biri gelir, altındaki yazıyı,
Biri, üstündeki çizgiyi okur.

Hep yanlış yapıyorlar.
Ama doğrular da değişiyor.
Neden..
Önemsiz önemliyi eskitiyor.
Gözümle görüyorum eskidiğimi..
Eskidiğimden.

Kırıp yapıştırsam...
Dursa yerinde eskisi gibi.
Niçin..
Durmaz yerinde eskisi gibi
İçi başka der, dışı başka..
Ben bildiğim için.

Özdemir Asaf-Yumuşaklıklar Değil

11 Nisan 2010 Pazar

inspirations


I love you audrey and coco, you mean a lot to me...(photo by oceania)

9 Nisan 2010 Cuma

Olan Biten Derken..

Evet olmuş bitmiş derken, bakarız neler değişmiş, neler geriye kalmış. Bizi neler oluşturmuş, biz onları nasıl değerlendirmişiz.
Bu saçma girişle neden mi bahsedeceğim, sevgili kitaplardan. Son 2 aydır onların önemini öyle bir anladım ki. Komik ama bize edebiyat derslerinde kitap deyince akla ne gelir gibi sorular sorulduğunda, bana saçma gelen kalıplaşmış laflar vardı. Kitaplar nedir? En iyi arkadaşımız mı, en iyi sırdaşımız mı bazen en azılı düşmanımız mı, bazen de hiç anlamadığımız hayatlar mı ya da belki bizi bizden daha iyi tanıyanlar mı...Bunlara herkesin farklı cevapları vardır. Orasını biz bireylerin iç seslerine bırakalım.

Ben geleyim size bu aralar okuduğum ve okuyacağım kitaplardan bahsedeyim.

Öncelikle bir psikoterapist olan Alper Hasanoğlu'nun "Bir Terapistin Arka Bahçesi" adlı kitabından başlayalım. Yazar, terapileri sonucu elde ettiği tecrübeleri ana başlıklara bölerek bizlere aktarmaya çalışıyor. Kitabın dili oldukça sade ve insanın okuduğunda aslında kendiyle çok rahat yüzleşebileceği bir kitap. Bazen acı bir şekilde acizliklerimizin farkına varmamıza yardımcı olurken, bunları yenmek için küçük alternatifler sunuyor ya da şöyle ben bunları düşünen ve üzülen tek insan değilmişim diyip bir oh çekebiliyorsunuz. Kısacası insan denen varlık o inanılmaz kalkanın altında son derece zayıf bir varlık. Bana bu kitap bazı "hayır" deyişlerin faydası ve kişisel iradeyi geliştirme açısından baya ışık tuttu diyebilirim.

Evet sıradaki Sayın Gabriel Garcia, bilmem siz sever misiniz ama ben kendisinin masalsı kitaplarını oldukça severek okuyorum. "İyi Kalpli Erendira" da oldukça kısa bir öykü derlemesi. Sevgili yazarımızın "büyülü gerçeklik" diye tabir edilen taktiği bu romanda da açıkca görülüyor. O inanılmaz masallar ufak sembollerle aslında hepimizin yaşantısından ufak kesitler sunuyor bizlere. Karşıtlıklar içinde kavram tartışmaları yaratıyor hepimizin aklında.

Diğer yazarımız Tom Robbins, bu yazarı bu kadar geç tanıdığım için kendime o kadar kızdım ki, 1984 yılında yazılan bu kitabı 2010 yılında keşfetmek ve okumak diğer geçen yıllar için büyük kayıp oldu. Öncelikle şunu söylemeliyim bu yazarın tarzı şuana kadar okuduklarımdan oldukça farklıydı. Böylesine bir hayal gücü beni çok şaşırttı, insan denen varlığın bunları kurgulayabilmesi. Geçmişle geleceği bu denli uyumlu bir şekilde bağdaştırması beni büyüledi. Daha fazla birşey söylemek istemiyorum bu kitap anlatılacak gibi değil, lütfen dünya "Parfümün Dansı"nı okuyun ve böyle bir beyni siz de alkışlayın.

Gelelim daha bestseller vari kitaplara "Kayıp Gül" ve "Küçük Arı". Açıkcası diğer bahsettiğim 3 kitabın yanında bu son ikisine o kadar detaylı değinemeyeceğim. Onları da gayet sevdim ve bana dilin kullanımı hakkında pek çok şey öğrettiklerini yadsıyamam ama onları şöyle tarif etmek istiyorum. Hiç bitmesini istemediğimiz çikolatalı bir dondurmayı yemek kadar güzel zaman geçirtiyorlar. Ama diğerlerinden edindiğim derinlik ve bende kalanlar açısından farklı sınıflarda yer alıyorlar.

(Bu arada evet masa üstümde pek bir sevgili Audrey Hepburn var, gülümsemesi ben de yer eden, sevilesi şahsiyet:))

Sırada okunmayı bekleyen, bana yeni yeni dünyalar açacak olan sevgili yoldaşlarımı tanıştırayım sizlere..


Gerçeğin ötesinde de çizilebilmek
Tek olup kavga edebilmek
Kırdıklarını savurabilmek
Olmak varolabilmek, bir olabilmek
İçindekini baştan yaratabilmek
Olmak, zor olmak, olmayı becerebilmek
Zamanı kollayıp, yelkovana hapsolmamak
Duranın da gidenin de ardında varolabilmek
Sakinliğin içindeki ışığı yakalayabilmek
Geceyi dünden görüp gündüzü öteleyebilene
Sorular sorup
Gündüzü geceye bağlayanı aşabilmek.


(Oceania)

Alacalı Bulacalı Günler

Günler geçer, planlar yapılır ama artık öyle hiçbir şeye uzun vadeli bakılmaz hatta buna gerek duyulmaz. Güneş görünürse gökyüzünde keyifli bir deniz havası alınır, bu da yeter de artar. Ruha doyum verir. Ayak üstü sohbetler yapılır, kahveler içilirken bir tutam dedikodu geçer ama öyle sevecendir ki kızdırmaz, yıpratmaz kimseyi. Yüzlerdeki gülümsemeler akla işler, hatta bir gün açılıp bakılmak üzere rafa kaldırılır. Rüzgar geçer saçlarımızın arasından, hatıralar gelir göz önüne. Ağlanır ara sıra ama söz verilir kendi kendimize öyle kafaya takmak, üzülmek yoktur artık. Bir müziğe takılır aklım, uçup gider içimden birşeyler onla beraber. Havalanırım bazen, bazen de uzanır kalırım o kanepede o anın geçmemesi içim elimden gelen herşeyi yaparım. Yelkovanın önüne bariyer koy deseler, neden olmasın diyebilirim. Bir ses gelir içten, vardır bir yerlerde umutlar, uzansan yakalayabilirsin ama dur der diğeri. Uzanma zamanla gelir onlar sana der. Haklıdır gül yaprağındaki su damlası yeri zamanı gelince damlayacaktır. Aceleye gerek yok..


İşte bu düşünceler tam da kendime 1 gün izin verip sahilde yürüyüşe çıktığımda aklımdan geçiyorlardı. Hatta daha fazlası, bunlar anımsayabildiklerim. O sırada yalnız mıydım? Yoo, işte sevgili deniz, martı, tavşan, hüzünlü köpekçikler ve ardından bir adet kahve ve tabiki şahsına münhasır Vogue'muz!!:)

6 Nisan 2010 Salı

me myself i



Bu aralar yazamıyorum ama yakında tekrar başlayacağım...Önceliği kitaplara vereceğim.
Şimdilik Hoşçakalın:)

Lütfen bu sitedeki görselleri ve yazıları izinsiz kullanmayınız..