1 Kasım 2011 Salı

Nereye



-Sakin görünüyorsun
*Evet çok sakinim
-Yorgun musun?
*Hayır hiç de değil
-Dalgın görünüyorsun, nereye bakıyorsun?
*Senin ve benim ait olmadığım bu dünyaya
-Nerden çıktı şimdi bu?
*Sabah kalktığında ne yapıyorum ben diye sordun mu hiç kendine
-Çoğunlukla pişmanlık içinde soruyorum bu soruyu
*O zaman bugün boşverip gök kuşağı avına çıkalım mı...Sessiz kaldın yine...
-Kısmen canlandırdım içimdeki gerçek dışı halleri, hiç fena gelmiyor kulağa
*Kırmızı yağmurluğunu almayı unutma, ben de uğurlu mavi beremi yanıma alacağım ve kaybolacağız...

29 Ekim 2011 Cumartesi

Kim

Fısıltı bir kağıdı

Gülümseme bir karmaşayı

Işık vurguyu

Defter yolculuk yapan kelimeleri silemezken

Sessizlik gölgeler peşinde

Olanca çabasıyla birkaç yalnız notayı avlaya dursun

Gölgeler onun kollarına değil

Tozlu duvarlara sarılmayı seçmişti çoktan

Fonda ise rüzgar orkestrası vardı

Esmeyi bilmekten ziyade

Oyun oynamayı seçmişti bu gece

Nitekim geçmişin ve kurgunun en iyi dostuydu kendisi

Eskitilmiş yüzlerin tanığı

Sarf edilen onca özrün ise pişmanlık bekçisi olmayı çoktan üstlenmişti...

14 Ekim 2011 Cuma

La Lune Brille Pour Toi

Işıkları açmak istemiyordum, bu loş ışığın altında her şey daha sakin, daha huzurlu gözüküyordu gözüme. Duvarda asılı olan Audrey Hepburn, olanca naif ve sevimli yüzüyle bana bakarken, bir diğer saf güzellik Vanessa Paradis arka fonda geceme eşlik ediyordu. Başarılı ve sevdiğim yazarları aklımdan geçiriyordum. Onlar gibi olabilmek için içimde büyük bir enerjiye sahip olmam gerektiğini ve buna varımı yoğumu koyup, her şeyimle inanmak gerektiğini çoktan kavramıştım ama nerde bende o cesaret ve motivasyon. Baştan çok sıkı tuttuğum ve heves ettiğim birçok şeyi yarı yolda bırakmış, tamamlamamış biriydim ben. Ne yapacaktım şimdi? Yaptığım iş, oturduğum mahalle, okuduğum okullar, romanlar, tanıştığım ve benim için önemli olan insanlar…Yıllar böyle mi geçecekti, yoksa bunların yanına güzel hikayeler katabilecek miydim. 26 olmuştum çoktan. Ya çok geç kalmıştım, ya yolun başındaydım. Bilemiyorum. Hayallerimi ben bile unutmuşken, kulağıma fısıldayacak birileri var mıydı yanımda ya da onlara ihtiyaç duymadan ben bir daha çizebilecek miydim kaybettiğim hayallerimi.

Bir serüven yaratmak istiyordum, çok uzun süreler peşinde koşacağım bir serüven. Hızlı hızlı yazmak, yazarak nefes almak, sevmediğim gerçekliği, kelimeler dünyasının vezirlerini kullanıp şah mat etmek istiyordum. Kelimelerim, coşkulu notalarla arkadaş olsun istiyordum. Beraber bir senfoni yaratsınlar, nice kulaktan silinmeyip, rüyalarını süslesin, onların da sevmediği gerçekliklerle savaşsın ve kahramanları olsun istiyordum. Rotasını henüz çizemediğim bu serüvenin, her pencereden dışarı bakışımda, nasıl bir şeye benzeyeceği hakkında heyecanla varsayımlar yürütüyordum, öte yandan serzenişler ve kuşkular da peşimi bırakmıyordu.

Her şeye rağmen "La Lune Brille Pour Toi "...

11 Ekim 2011 Salı

Kuzum ses ver



Trafiğe takılmış,  soğuktan pardösülerimizin içine gömülmüş arabada otururken, çoktan kararmaya yüz tutmuş kaotik İstanbul caddelerinde, yüz binlerce insan mutsuz yüzleri ve karmakarışık akıllarıyla evlerine dönmeye çalışıyordu.  Gri silüet bir anda titreşiverdi ve ben aslında oldukça güzelim diye fısıldayıverdi kulaklarımıza. Unuttunuz galiba, parlayan güneşim altındaki mavi denizimi ve martılarımı, bin bir tonda rengi barındıran çinilerle ve halılarla dolu Kapalıçarşı’mı, kokusundan sarhoş olduğunuz asırlık Mısır çarşımın kapısından aç gözlerle içere bakarken ki heyecanınızı..İstiklal caddemdeki hüzünlü müziklerimi dinlerken ki melankolik yürüyüşlerinizi, ne zaman canınız sıkılsa bir tek attığınız Nevizade’mi, vapurun düdüğünü duyduğunda sevdiğini düşünürken irkildiğin Kadıköy iskeleme veda mı etmek istersin,yoksa Beyazıtta kitapların arasında kaybolduğunuz günü mü silsem hafızalarınızdan, nasıl da heyecanlanmıştın aradığın kitabın ikinci elini bulduğunda, Sakın bana Emirgan’da oturup bir çay içmediğini söyleme yoksa bozuşuruz. Moda’da dondurmanı yerken, nasıl da içten gülüyordun, ne üstüne dökülen dondurma umrundaydı, ne de akan göz kalemin. E Sarıyer’deki salaş balıkçılar ne güne durur, Zeki Müren eşliğinde başından geçenleri Lüfer’e anlatsan, rakı da sana geçer bunlar deyiverse, esiverse bir yandan rüzgar ve şalını alsan omuzlarına…Kızar mısın o zaman İstanbul’a? Sen bana değil içindekine kızgınsın be kuzum. O yüzden aldanma bu gri görüntüme, dinleyiver derinden gelen sesimi, içimde bir orkestra eşlik eder her anıma, ben de nefes alırım senin gibi, ben de pes ederim senin gibi…Zaaflarıma takıl da kuzum, güzelliğime laf etme o zaman canım yanar benim.

9 Ekim 2011 Pazar

Bulut Krallığı

Dinliyordum, çok güzel müzikler dinliyordum, yazmaya çalışıyordum, bu çok zor geliyordu, aklımda onca dönen kelime ve cümle rüzgarını bir araya getirip, ilişkilendirecek gücü bulamıyordum. Hem çok sesliydim, hem çok sessizdim, beni anlamayacak insanlar ordusunun ortasında olduğumu hissediyordum. Kastettiğim anlaşılmak mıydı, yoksa kırılmak mı yoksa dalga geçilecek olmak mı..Hangisi derseniz deyin, uçuşan onca heybetli kelimeyi, bir araya koyup beyaz sayfaya işleyemeyecek durumda hissediyordum çoğu zaman.

Küçük bir odam var, duvarları çok açık, yumuşacık tonda bir yeşil. Bu küçük oda benim iyi hissettiğim yerlerden biri, kendim gibi olduğum, benim dediğim yer. Küçük objelerim, resimlerim, mektup ve not defterleriyle dolu karmaşık çekmecelerim, müziklerimin yer aldığı masam, korunaklı, kimsenin beni yargılamadığı, binlerce hayal kurduğum, gerçekleşmediğinde, göz yaşlarımla doldurduğum yatağım, dalıp gittiğim pencerem, huzurlu müziklerime eşlik eden rüzgarda uçuşan perdem…her anlamda benim için huzur dolu olan mekan, her türlü yüzüme tanıklık eden, acizliklerim karşısında en iyi izleyici olan, nefes alan yer seni çok seviyorum.

Ben, yani pınar adındaki saf şahıs, alışkanlıklarıma ölesiye bağlıyımdır. Objelere çok fazla anlam yükleyebilirim. Bu alışkanlıklar sadece objeler için geçerli değildir tabi ki. Duygular, arkadaşlar, mekanlar, anlar, mahalle sakinleri, kediler, aile…hepsini koy bir kutuya ve bana ver, sonsuza dek saklayayım onları, müzikli bir kutu inşaa ederim onlar için, her birinin peşine notaları takarım, onları her yere yanımda taşırım, ruhumun dinlendiği taze deniz havasında açarım kutumu, çalan müziğiyle ben de yol alırım bir yerlere. Nereye olduğu önemli değil, kutum yanımdadır ve yalnız değilimdir onunla.

Bazen çok büyük bir enerji doldurur içimi, bir iki hafta boyunca geçen kötü zamanları silecek derecede kuvvetli bir histir bu. Düşünerek ya da isteyerek elde edemem bu enerjiyi. Küçük bir kızın sabah yatağından kalktığında, babasının ona uzattığı yeni oyuncağı kadar beklenmedik ve sürpriz doludur. Nereden geldiği belli olmayan bu müthiş his, aynaya baktığında geçen günlerin ardında bıraktığı tozlu zemini yerinden sarsacak ve ışıklar saçacaktır çevresine, anlatması çok zordur, nedensiz gülümseme yaratır yüzünde, bir şarkıya keyifle eşlik etmeni sağlar, pencereyi açtığında soluduğun havanın çiçek kokması gibidir. Onca zamandır çıkamadığın odadan, giyinip çıkmak için sabırsızlandığın bir andır, aynada kendine gülümseyip, içimdeki eksik puzzle parçalarımı buldum dedirtecek güçtedir.

Dışarıdan düşen ışığa dalar giderim, fonda bir müzik eşlik eder zihnimdeki görüntü evinin içinde dolaşırken. Görüntü evi işte, ona görüntü merkezi diyemem. Merkez kelimesini hak etmeyecek kadar sıcak ve sahiplenici bulduğum bir yerdir çünkü orası. Geçmişten anları koymuşumdur oraya, neye göre seçmişimdir bilmiyorum ama onları rahat ettirsin diye, binlerce güzel dekorla süsledim içini, bir de farklı odalara girdikçe, ufak tefek gelecek görüntüleri yerleştirdim geçmişime misafir olsunlar diye. Ben büyüdükçe, bu evin misafirleri de git gide değişti. Kimi zaman naif hippiler konuk oldu odalara, kimi zaman huysuz aristokratlar, kimi zaman da 50’li yılların romantikleri…Hepsi birer hatıra bıraktılar bana. Ben de biriktirdim hepsini, bu eve adım attığımda hepsi canlansın diye gözümde.

Bir sabah uyandığımda, penceremin önünde kocaman beyaz bir yelkenli gördüm. Yelkenlerin gerilerek açılmasından, dışarıda çok şiddetli bir rüzgar olduğunu anlayabiliyordum, biraz doğrulduğumda ise bu yelkenlinin denizin üzerinde değil de, havada asılı durduğunu fark ettim. Ne demekti bütün bunlar, hangi güç ona bu şekilde yol aldırıyordu, şaşkınlığım bana öğretilenlerden ibaretti. Yelkenlilerin uçabileceğini bana kimse söylememişti, kabullenecek miydim şimdiye kadar duyduklarımın yanlış veya tekdüze olduğunu yoksa umursamadan binip gidecek miydim yelkenliye, bu diyarın insanlarının dediklerinin bir anlamı olmayan bulut krallığına. Orada da yelkenlilerin bulutların üstünde gezinebildiğine dair hikayelere mi inanacaktım ve onların doğrularını mı kabullenecektim yoksa aykırılıkları kendi içimde mi yaratıyor ya da inandırıyordum.



Fotoğraf: 2008, Trende Lübeck'e giderken

17 Eylül 2011 Cumartesi

My little paradise


Geçen hafta sonu ailecek İğneada tarafına küçük bir tur yaptık. Arkadaşlarım tarafından çok fazla övülen bu yeri cidden çok merak ediyordum, yakın mesafesiyle de biz yorgun İstanbullu'lar için oldukça rahat bir kaçamak yeri ve bu kısa mesafede bizi böyle bir cennetin karşılayacağından oldukça habersizdik. Sabah erkenden yola koyulup, güzel yol müziklerimizi de yanımıza alıp, heyecanla Boğaz köprüsünü geçip, Avrupa yakasından yolumuza koyulduk...

Bilmeyenler için "İĞNEADA Trakya'nın Karadeniz sahilinde bir kasaba. 22 km'lik sahiliyle, kumuyla, ormanıyla, temiz havasıyla, gölüyle ve deresiyle nadir doğa güzelliğine sahip bir belde. "

Günü birlik olarak yapılan gezi planı, İğneda'ya vaınca, güzel denizi görüp, mis gibi havayı da soluyunca, e bu akşam burda konaklasak iyi olacak şeklinde değiştirildi. İğneada'dan fazla lüks beklemeyin..Bir kaç küçük çay bahçesi, muhteşem bir sahil, salaş balıkçılar, mütevazi pansiyonlar ve küçük dar sokaklardan başka bir şey bulamazsınız burada ama inanın zaten bunlar da gayet yeterli.

Yol kısmı ise; apayrı güzel..yol üstünde çok sevimli köylerle karşılaşıyorsunuz..hatırladıklarım; Yenice, Poyralı ve Demirköy. Biz bir de güzelim ormanların arasından geçerken Dupnisa mağarası tabelasını görüp, merak edip yolumuzu biraz uzattık ama değdi diyebilirim. Ormanlardaki ağaç çeşitliliği inanılmaz ve dağa tırmanan yol güzelliği açısından çok masalsı. Yalnız, yolu hayli virajlı ve dikkatli olmak gerekiyor ama inanın o manzaraya değiyor.

Bir kaç küçük bilgi;

"İğneada orman ve deniz arasında kalmış bir cennet. Önü uçsuz bucaksız Karadeniz ve arkasıda Istranca dağları ve ormanı ile çevrilidir. Orman genellikle meşe ağacı ile örülmüştür. Meşenin yanında, gürgen, palamut, kayın ağaçları bulunmaktadır.

İğneada ormanları arasında Longos adı verilen orman türüde bulunmaktadır. Dünya üzerinde sadece 3 yerde olan Longos ormanlarından biride İğneada da bulunmaktadır."

Tavsiyem arabayla gidiyorsanız eğer, güzel müziklerinizi yanınızdan eksik etmeyip, pencerelerinizi de sonuna kadar açıp, bol oksijenli bu muhteşem atmosferin tadını çıkarın.
Ve İğneada'nın taze balıklarını yemeden dönmeyin, biz tepede yeralan Liman restoranı denedik, hem lezzeti hem manzarasıyla bizi çok memnun etti, Vedat Milor'a duyurulur:)

Yolun güzelliği hakkında fikir edinebilesiniz diye sizlere küçük bir yol videosu;)


Siz de babam gibi mağaraya tırmanma konusunda üşenebilirsiniz;)

Tek uyarım; aman eylülde ya da kışın yolunuz buraya düşerse, yanınızda muhakkak kalın giyecek bir şeyler götürün çünkü gerçekten sabah ve akşam havası çok serin oluyor.

4 Eylül 2011 Pazar

Stuck on the Puzzle



Something old, spilled, pale, dusty, speechless but keeps me calm and breathing still.
Lets drink a toast for the things that can still have their dignity while everything is getting changed day by day!
"And I will play the coconut shy"...
 
Fotoğraf: 2011, İznik'te eski bir ev

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Things get damaged


İçinde kalkıp gitmekle, yerine sıkıca çakılı kalmak arasında korkunç bir çekişmenin yaşandığını hissediyordu, neyi isteyip istemediğini her seferinde kendisine sorduğunda net bir şekilde duyamadığı cevaplar, canını en büyük sıkan şeylerden biriydi. Bir sürü belirsizlikten oluşan dünyası, bir de kendi isteklerinden emin olamayınca tökezlememesine imkan yoktu. Genelde geceleri yalnız başına sokağa çıkar, kaybolmuş gibi yürürdü. Bu yalnızlığı nefes almak olarak görüyor, açıklamalardan ya da bir takım değerlendirmeler ve karşılaştırmalar silsilesinden kendini uzak tutmaya çalışıyordu. Kısa bir yürüyüş sonrası, oturduğu kafelerde, insanları izliyordu sessizce. Hangi duygular, hangi bakışlar, hangi sözcükler gerçek diye düşünmekten kendini alıkoyamıyordu…

Bir de üstüne durmadan kafa yorduğu kendi geçmişi vardı tabi…güldüğü güzel günleri…


Fotoğraf: 2007, diploma töreni öncesi-kep atma törenine hazırlık

21 Ağustos 2011 Pazar

Yolculuk



Çıkılan yollar, verilen sözler, biriktirilen fotoğraflar, biletler, kokular...ardı ardına kapanan kapılar, bırakılan anahtarlar, paylaşılan yemekler, dökülen yaşlar, biten konuşmalar...konulan noktalar, vazgeçilip koyulan virgüller...bir daha vazgeçilip konulan ünlemler..ve bitişler...hepsi sonunda çıkılan yorucu yolculuklar, nerden nereye gittiğinin önemi olmayan, tamamen içindekilerle yol aldığın, tek başına kalmak istediğinde bile kalamadığın, yolculuk sonunda bünyendeki yorgunluk...istediğin noktaya hala erişemediğinin farkında olmak, araya koca bir zaman dilimini sokup kapatamadığın kapıların farkına varmak...yeni yolculuklara çıkmaya cesaretin olmaması...geriye baktığında ise...
Fotoğraf: 2008, Hamburg Melange Cafe, apple pie

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Valerie


Well Sometimes I Go Out, By Myself, And I Look Across The Water.


And I Think Of All The Things, Of What You're Doing, And in my head I Paint A Picture.

Since I've Come Home, Well My Body's Been A Mess, And I Miss Your ginger Hair, And The Way You Like To Dress.

Oh Wont You Come On Over, Stop Making A Fool Out Of Me, Why Dont You Come On Over, Valerie.

Valerie
Valerie
Valerie

Did You Have To Go To Jail, Put Your House Out Up For Sale, Did You Get A Good Lawyer.
I Hope You Didnt Catch A Tan, I Hope You Find The Right Man, Who'll Fix It For You.

Are You Shopping Anywhere, Change The Color Of Your Hair, And Are You Busy.

Did You Have To Pay That Fine, That You Were Dodging All The Time, Are You Still Dizzy.

Well Since I Come Home, Well My Body's Been A Mess, And I Miss Your Tender Hair, And The Way You Like To Dress.

Oh Wont You Come On Over, Stop Making A Fool Out Of Me, Oh Why Dont You Come On Over, Valerie.

Valerie
Valerie
Valerie

Well Sometimes I Go Out, By Myself, And I Look Across The Water.

And I Think Of All The Things, What You're Doing, And In My Head I Paint A Picture.

Since I've Come Home, Well My Body's Been A Mess, And I Miss Your Tender Hair, And The Way You Like To Dress.

Valerie
Valerie
Valerie
Valerie
Valerie
Valerie
Valerie
Valerie

Why Don't You Come On Over Valerie...



R.I.P DEAR AMY...

19 Mayıs 2011 Perşembe

Trick!!!

No need for a magician when you need a trick, just turn back, take a long look around, then make something funny and sweet, if its a smile on his face..then thats the best trick of all!

Lets hear some Gogol Bordello...

19 Şubat 2011 Cumartesi

Boşluk...



Neyim peşindeydim ben? Neyi beğenir, neyi sevmem, hangilerini takdir eder, hangilerinden tiksinirim..Bunların önemi var mı peki? Sıkılırım durmadan, içim sıkışır, rahat nefes alamam, dalar giderim, bulunduğum ortam boğar beni…Yalnız kalmaya çalışırken, bir yandan diğer yanım da yalnızlığın sessizliği içinde kendimle baş başa kalmaktan korkar.
Upuzun bomboş bir yola bakarken rahatlamanın, huzur bulmanın peşindeyimdir ama o yola çıkmaya cesaret edebilir miyim..

30 Ocak 2011 Pazar

its "Biutiful"!!!

Uzun zaman sonra bir Inaritu filminin vizyona gireceğini duyduğumda, 28 Ocak için kayıtsız şartsız geri sayıma başlamıştım. Bu sefer Inaritu bizleri hangi çarpık hayatlarla, hangi çelişkilerle, hangi çaresizliklerle o koltuğa çivileyip, günlerce, haftalarca, hatta halen zaman zaman aklımı kurcalayan sahnelerle, repliklerle dolu kurgunun içine alacaktı diye beklerken, Javier Bardem çoktan perdede o keskin ve derin bakışlarıyla kendi gözünden, bize İspanya'nın arka sokaklarını gezdirmeye başlamıştı bile. Her ülkede karşımıza çıkabilecek, bu çaresiz, hayatı mücadeleden ibaret insanlar kendi küçücük yuvalarını ve hayatlarını başka bir ülkede kurmak için ufak adımlarıyla çabalarken, sevgili Javier Bardem yani Uxbal adındaki duyarlı baba karakteri ise; son derece ilginç bir insandır. Küçük yaşta babasını kaybetmenin ve tanıyamamanın etkisiyle, çocuklarına sıkı sıkı sarılmayı seçmiş ve iç dünyası derin olan bir insan haline gelmiştir. Hatta ilginç bir özelliği ise; ölen ve geride bıraktığı yarım işleri dolayısıyla diğer tarafa geçmekte zorluk çeken ruhlara telepati yoluyla yardım etmesidir. Ya da inandığı bu'dur!.

Her gün polise yakalanmanın ve dayak yemenin korkusuyla ,sokakta korsan ve sahte eşyalar satan zenciler, karın tokluğuna çalışan Çin'den gelmiş, bir bodrum katında topluca yatıp kalkan, zavallı kadınlı çocuklu inşaat işçileri ve bunca sefilliğin arasında umarsız yaşayabilen diğer insanlar. Sanki gözlerine birer perde inmiş gibi günlük dertlerinin peşinde koşup, etrafında olan bitenden habersiz kendi kendini tüketen bir dünya! Olanca hızıyla dünya dönerken, her gün bir milim yol katedemeyen bu zavallı insanların gözünden bakmayı öğreniyoruz sokaklara, çocuklara, yemeklere, sefalete ve gerçeklere...Her şey son derece iğrenç gözüküyor değil mi? Binalar kirli, renkler solmuş, yemekler lezzetsiz...Ne oldu güzelim gökyüzüne, güneş sanki eskisi gibi ısıtmıyor değil mi, ama çocuklar yine de gülüp, oyun oynayabiliyor olanca pisliğin kötülüğün arasında. Belki de o hayatın yaşanabilir, tek kirlenmemiş yanı da o çocuklardır.

Uxbal, farkındadır olan bitenin fakat mecburiyetten, o da düzenin bir parçası olup çıkmış, karşı koyacak gücü kalmamıştır. Değiştirmesi asırlar alır belki her şeyi, ki tek başına mı yapabilecek midir bu değişimi? Koskoca dünyayı ve kötülüğü o mu temizleyecek bir çırpıda. Değiştiremiyor gördüklerini, tiksiniyor bu durumdan ama yol katetmek çok zor onun için..Elinin yettiği kadar yardımını yapmaya çalışıyor...Ama gerçekler onun küçük yardımından çok daha farklı boyutta. Yetmiyor bu zavallı çabalar, acılar yaşanmaya devam ediyor. Ve onun hasta bünyesi bütün bu olan bitene seyirci kalmaktan çok yoruluyor...Artık o farklı bir yerdedir...Etraf eskisi gibi kötü kokmuyor, pis de değil, derinden sesler duyuyor sadece, seyirci olmak yormayacaktır artık onu!
Çocuklarına bıraktığı bir kaç parça eşyası, eserik ve eğlence düşkünü anneleri, fedakar bir Afrikalı göçmenle vedalaşamadan, babasının sesini duymanın ferahlığıyla terkediyor, onu rahatsız eden, çokca mücadele gereken hayatı.
O artık rüzgarın ve dalgaların sesini duyabildiği bir yere gidiyor.
Geride ise üzerinde "where is biutiful" yazılı bir resim kalıyor buzdolabının üzerinde.

Gerçekleri izlemek oldukça mide bulandırıcıdır, kaldırabilmek de yürek ister. Hatta gösterebilmek de zordur. Sizce güzel bir kadın ve aşkın olduğu, mükemmel bir aile imajı çizen bir komedi mi izlemek istersiniz yoksa izledikten sonra sırtınıza bir ton yük yüklenmiş gibi sinemadan çıkıp, bir sürü uçsuz bucaksız karamsar düşüncenin esiri mi olmak.

Sevgili Inaritu'yu takdir etmek isterseniz mecburen zoru seçeceksiniz demektir.

Bir kez daha teşekkürler...

ve halen güzel olan şeyleri hatırlayabilmek adına bu gecelik bu şarkı gayet dinlenesi;

9 Ocak 2011 Pazar

Modernize bir Kuğu Gölü Masalı

İlk okulda kısa bir bale deneyimim olmuştu. Bale demek benim için; büyük bir estetik ve zerafet demekti. O yaşta bile küçücük bir gösteriye çıkmak için saatlerce çalışılır, büyük bir grup olarak aynı motivasyonu ve uyumu yakalayabilmek için büyük bir emek verirdik...Şimdiki aklım olsaymış, ruhumu görselliği ve tonuyla bir hayli doyuran bu muazzam disiplinli sanatı bırakmazmışım. Gerek karakterime, gerek fiziğime bunca hitap eden yumuşak ve naif dansın arka planı ise korkunç acı verici ve yıpratıcı bir serüven...İnsanlar hiç o açıdan bakmayı düşündüler mi acaba? 2-3 saatlik büyüleyici bir dünyanın arkasında kaç günler ve saatler harcandığını, hangi zorluklardan ve kademelerden geçildiğini hiç hayal etmeye çalıştılar mı..


İşte size günümüzün modernize kuğu gölü masalı "Black Swan", o narin ve zarif kızların, 21.YY dünyasında dahi nasıl zorluklar çektiğini, birbiri arasındaki rekabeti, yaşadıkları disiplinli hayatı farklı bir pencereden sunuyor. Tabi ki filmdeki tek konu; disiplin ve zorluk değil. Sinema açısından harika görsellik barındıran bu film; Natalie Portman'ın oyunculuğuyla ikilemi, kıskançlığı, ahlak yapısındaki sorgulamayı, hırs ve insan doğasının sınır tanımaz isteklerinin nelere sebebiyet verebileceğini, büyüleyici ve kuşku uyandırıcı sahnelerle bizlere sunuyor..Gelin siz filmin kurgusuna kapılmadan; Peter İlyiç Tchaikovsky'nin bestelediği, ilk temsili 1877 yılında Moskova'da yapılan dört perdelik bale için yazılmış bir eser olan Kuğu Gölü'nün hikayesine bir göz atın.

"Prens Siegfried, sarayında 21.yaş gününü kutlamaktadır, herkes dans etmektedir...genç kızlar ümitsizce Prens'in dikkatini çekmeye çalışmaktadırlar...Prens'in annesi de oğlunun artık evlenme yaşının geldiğini söylemektedir..Prens, okunu, yayını alıp, arkadaşlarıyla ava gider, arkadaşlarının önünde yürüyen Prens zarif kuğuların yüzdüğü güzel bir göle rastlar...o sırada başında taç olan çok güzel bir kuğu görür...kuğu akşam olunca çok güzel bir genç kıza dönüşür...ismi Odette' dir...kötü bir büyücü onu ve kız arkadaşlarını kuğuya çevirmiştir, gölün sularıysa onlar için ağlayan ailelerin gözyaşlarından oluşmuştur...büyüyü bozacak tek şeyse, bir erkeğin ona tüm kalbiyle aşık olmasıdır..
Tam Prens, Odette'e aşkını söyleyecekken, büyücü gelir!Odette'i elinden alır, ve kuğulara yüzmelerini emreder, ertesi gün yaşgünü kutlaması devam etmektedir, Prens'in annesi oğluna kızlardan birini seçmesini ister...Prens'in aklıysa Odette'dir, yine de annesinin hatırına kızlarla dans eder..o sırada büyücü kendi kızını büyüyle Odette'e benzetmiştir ve dans salonuna getirir...Prens kıza hayran kalmıştır..olanları bilmeyen Odette ise pencereden onları izlemektedir...Prens, sahte Odette'e (Odil) aşkını ilan ederken, gerçek Odette, oradan kaçar tam o sırada Prens hatasını anlar...
Odette'in peşine düşer...Odette üzgün üzgün göle gitmiş, diğer kızların yani kuğuların arasına karışmıştır...Prens, kızı bulur ve olanları anlatıp, kızın kendisini affetmesini ister..tam o sırada kötü büyücü ve kızı gerçek, korkunç yüzleriyle oraya gelirler...büyücü Prens'ten sözünü tutup, kendi kızıyla evlenmesini ister, dövüşmeye başlarlar, Prens, Odile'le evlenmektense, ölmeyi tercih edeceğini söyler, ve Odette'in elinden tutup, birlikte göle atlarlar...büyü bozulur ve kalan kuğular insana dönerler...kötü büyücü ile kızını da suya atarlar, onlar da Prens ve Odette gibi boğulurlar...kızlar Odette ve Prens'in Kuğu Gölü'nün üzerinde Cennet'e doğru giden ruhlarını izlerler... "

...Hikaye böyle...ama bizim modernize masalımızda, son biraz daha farklı...İyi ve kötü ayrımı, hepsi insanın kendi belleği, kurgusu, yaratımları ve eylemleriyle çevrelenmiş. Bu güzel eserle tekrar bizi büyülediğin ve böyle farklı bir yorumla bize yeni bir masal sunduğun için teşekkürler SİNEMA!

ve teşekkürler Tchaikovsky...Nice güzel masallara...İster mutlu sonlar olsun, ister mutsuz. 


Lütfen bu sitedeki görselleri ve yazıları izinsiz kullanmayınız..