"And the difference is you" dedi radyodaki şarkıda.
Yandaki bardan kısık ama etkili bir şekilde kulağıma gelen müzikte de "its just a gypsy in my soul" diyordu tatlı bir kadın sesi.
Ben aldım ikisini de birleştirdim kafamda, oldu işte dedim.
Işıklar loş, gülüşler net değildi. Kendini serbest bırakamayan gülüşler zordur.
Şarkılar tatlı, içkiler sert, olan bitense anın ötesinde. Bir dakika, bir sonraki günü kovalamaya yeminli gibi davranırcasına gelecek kaygılı.
Kaygısını sindiremeyen, ama birbirine bakmaya olanca hevesli gözlerse anlatmaya çokca meyilli.
Yazın hafifliği terleyen bir beyaz şarap şişesinin üzerindeki damalacıktan göz kırpabilecekken, aralık ayı durduk yere insanı tasalandırır.
Aralık sonrası, uzunca sürecek olan ocak ve şubatın efkarını tutanların dikkatini dağıtacak, keskin bir ışık düştü birden bire yüzlere ve küçük pandomim hareketleriyle kıpırdandı etraftakiler.
Fısıltılar gitgide yükseldi, ana kahramanlarımız ışığın içine hapsolurken, "por una cabeza" çoktan anı ölümsüzleştirmişti. Kırmızı şarap şişelerden dökülüverdi kadehlere.
Sonra kadın adama dedi ki "içilmekten öte konuşulsun diyedir şarap, kendi kendine dile gelen nadir içkilerdendir."
- Şans mı? hangi koşullar altında, hangi tepenin ardında, hangi notanın peşinde, hangi rengi ararken...
- Bir tanesini cevapla.
- Yo gerek yok! Ben sana gösterebilirim...
Çokca hayalim varsa, hangilerinden fedakarlık etmeliyim çünkü hepsi bir ömüre sığacak gibi gözükmüyor
Müzik, hayatımda bu kadar önemli rol oynamak zorunda mı? Siz de, her an için kafanızda benim gibi bir fon müziğiyle mi gezersiniz, lakin ben daha yataktan kalkar kalkmaz günün ışığına ve kafamdaki senaryoya göre yerleştiriyorum notaları.
Gel gelelim bir de bir sürü kelimem var, onun yanına koyuyorum olmuyor, ya sıfatın rengi tutmuyor, ya fazla rükuş kalıyor..karıştırıyorum renkleri,absürdsün diyorlar bazen. Seviyorum ama böyle olmayı...bir de şu sonları getirsem, "son"larım hep eksik...lunaparka gideyim diyorum, başım dönüyor, deniz kenarında bitireyim diyorum, ufuk beni deli ediyor, dalıp gidiyorum...yalnız bir ağaç altına oturayım diyorum, bu sefer de yapraklardaki yansımalar aklımı çeliyor, türlü türlü eğlence çıkarıyorum ışık oyunlarından..."son"lar beni oyalıyor, bense onları kovalıyorum. Bakalım kim kazanacak...
Çok fazla noktam, virgülüm, ünlemim var. Bazen yerlerini karıştırıyorum, anlarsınız ya ben üç nokta insanıyım aslında, neden "son"larla problemim olduğu açık, çoğunlukla bitirmek için nokta koyamayanlardanım, nerde ne biter bilemiyorum belki...Bazen susturamıyorum kendimi, sıralıyorum virgüllerimi.Ya ünlemlere ne demeli? Aşırı heyecanlı değilim hayır, aşırı şaşkınım bence!
Niye bu kadar kararsızım? Çok fazla baloncukla mı geziyorum kafamda, her türlü kurguya yer var bende...çabucak bir drama çeker, hemen onu korku kuşağına kaydırabilir, bir iki uzaylıyı alıkoyup bilim kurgu yaratıp, dünyanın en komik surat ifadesini takınıp sizi güldürebilirim...ama hangisini yapacağıma karar vermek çok zor. Bugün hangi Pınar'ı seçelim diye halk oylaması yapsak daha kolay!
Sanırım ben
10, kuzenim de 7 yaşlarındaydı. Dayımın bir yazlığı vardı, Yalova'nın dışında
bahçe içinde bir ev. Köy gibi bir yer burası ve bizim evin etrafında başka hiç
bir ev de yoktu. Bahçede kavak ağaçları ve dev bir çınar ağacı vardı. Biz genelde o
dev kavak ağaçlarının arasına hamak kurardık, dayım da o yaz Bach ve Chopin
dinletirdi bize. Evin tavanı çok yüksekti, müziğin sesini açtığında o kadar güzel
tınlardı ki bu ses, biz kuzenimle çocuk yaşta hayran kalırdık bu büyülü
müziklere. Dayımsa bu önemli bestecileri, eserlerini, nelerden etkilendiklerini
oturur anlatırdı bizim gibi zirzoplara. Biz tabi anlamazdık, sadece hayaller
kurardık, tek hatırladığım çok sihirli gelirdi bize bu müzik. Özellikle de bu
parça!
Dön dolaş kasette hep bunu dinlemek isterdik…hatta sesi sonuna kadar
açtırır...hamağa uzanır, aşağıdan o dev kavak ağacının yapraklarındaki güneşin
yansımasını izlerdik. Geçirdiğimiz o yaz, tam bir rüya gibiydi, o kadar
mutluyduk ki...Dayım bize büyük büyük taşlar toplatırdı dereden, onları kurutur
üstüne resim yapardık, her birine bir ad koyardık, çamurdan heykel yapmayı
öğretmişti bir de, akşamları en sevdiğimiz şey ise dere kenarında oturup, ay
ışığında yine müzik eşliğinde dayımın hikayeler anlatmasıydı. Bazen bunlar
zombi hikayesi falan gibi saçma şeyler olabiliyordu, bazen de anlamlı şeyler. O
yaz hiç televizyon izlemeden geçti benim için, hiç alışveriş merkezine
gitmedim, arkadaşlarımla oyun da oynamadım. Sadece kuzenim ve dayım bir de o
sihirli dere kenarında olan bahçeli ev...Her şey bunla sınırlıydı, ama hayal
dünyamız o kadar büyüktü ki, şimdi bile o zamandan çok daha geride görüyorum
kendimi ve hep o yaza geri dönmek istiyorum....gerçekten üstümüzde bir sihir vardı
o yaz...
Her şeyden
mutlu olabiliyorduk, hortumla su savaşı yapıp birbirimizi ıslatır, bütün gün
bir su kaplumbağasının peşinde sinsice onu takip eder, kurbağanın peşinden hoplar,
yengeçten kaçar, yaprak toplayıp biriktirirdik...
Bense, nam-ı
diğer anormal insan, çok güzel renkte bir tırtıl yakalayıp bir hafta kadar kibrit
kutusunda beslemiştim hayvancağızı.Garip bir çocuktum gerçekten de...
Bazen bahçeden
gelen seslere dalmış otururken, birden bire ateş böcekleri beliriverirdi. Bu
sefer de eğlencemiz onları yakalamak olurdu, doğa bize hikayeler anlatan,
gözlerimizi kocaman açtırandı, öyle ki bazen sabah uyandığımızda bir dalın uzadığını bile fark
edebiliyorduk. Şu an bu hatırladıklarım, kulağa Zeki Demirkubuz filminden
fırlama sahneler gibi gelse de, bu anların hepsi yaşanmıştı..ve o kadar
gerçekti ki ben o güzel gerçekliklere geri dönmek istiyorum...
***Bütün bunları anlatmak nerden mi aklıma geldi; arkadaşımın şu cümleyi sarfetmesi üzerine, "ne zaman kendimi kötü hissetsem ya da çok mutlu...bir avuntu ya da şükran gibi bu müziği dinlerim...benim şu hayatta en çok sevdiğim eser..." Bahsi geçen müzik, yukarıda da eklediğim Air von Johann Sebastian Bach aus der 3. Suite für Orchester.
Kederlenir, sevinir, hoplar, zıplar, sonra düşer ağlar, tepelerden atlar, sonra uzun uzun soluklanır hayaller kurarım. Ya çok hızlı koşar, ya uçmak ister ya da yere yapışırım!
Bardağı yerine bıraktım, sıkılgan bir ses çıktı, ne yüksek
ne alçak, varolmaktan bıkmış bir sesti bu. Kimseye kendini kanıtlama derdi
olmayan, önüne konulanları kabullenen ses, taklitçi ses, buruk ses.
Sonra birden perde savruldu, açık pencerinin ceryanından mı,
vantilatörün üflediği havadan mı yoksa fondaki müziğe eşlik etmek isteyen
nesnesel coşkudan mı bilinmez, pek güzel bir özgüvenle havalandı sonra eski
şeklini almak istercesine süzüldü ve yavaşça kıvrımlarını toparlayıp, sakince
köşesine çekildi.
Ayağımın altında toplanan halıya takıldı gözüm, içindeki
kırmızılar turuncuya çaldı birden, maviler de sarılarla sarmaş dolaş oldu,
yeşilin yanına morlar oynamaya geldi, gözümün önünde bin bir renkli bir
haritaya dönüştüler. Desenler el ele verdi kıtaları oluşturdu, okyanuslar doldu
aralarına. Büyük yelkenlime seslenmek istedim, sonra kadife halı ayağıma
dolandı yine. Anladım ki seyahate çıkma vakti daha gelmemiş.
Kanepenin üzerinde duran keman bana mı baktı acaba derken,
tarçın renkli ahşabın üzerindeki iki koca göz senfoniyi ses olmadan
hissettirdiler bana, ne nota vardı, ne de titreşen teller, ama kafamın içinde
yükselen alçalan dalgalara eşlik eden rüzgar çoktan bestesini yapmıştı.
Kollarımı açarak, salonun ortasında salınıyordum, tizler ellerimden
çekiştirirken, yumuşak tonlar ise yanaklarımı okşuyordu.
Seyahate çıkamadan, kendi hayali rotamı oluşturmuş,
uzaklara masallar yolluyordum. Abajurden deniz feneri yapmış, karanlık suları
aydınlatışını izliyordum. Hepsi o küçük evin içinde oluyordu, camlarının sıkıca
kapalı olduğu, fanusumsu dünya içinde kendi mevsimlerini yaşatıyor,
geçmiş-gelecek çizgilerini şekillendiriyordu.
Woody Allen'ın ilişkilere bakış tarzını, ironilerini, zekasını çok severim. Üstüne üstlük son filminin Roma'da geçiyor olmasıyla beraber, Roma'ya Sevgilerimle'yi izlemem kaçınılmaz hale gelmişti.
Roma beni müthiş etkileyen bir şehir. Tarihin, sanatın ve her dakikasıyla yaşayan bir şehrin, Woody Allen'ın da değindiği gibi o kadar çok anlatacak hikayesi vardır ki, tek yapmamız gereken ona biraz detaylı bakıp, meydanlarda bir iki dinlenip çevreye göz atmanız.
Filme aşağıdaki replikle açılış yapan yönetmenimiz;
Rome Traffic Cop: "I'm from Rome. My job is to stand up here and I see all people in Rome -- all is a story."
Muhteşem şehir manzaralarında bir takım kesişmeyen hayatları sunmuş bize. Şaşkınca gezen turist kızın hikayesinden, orta halli hayatın akışına kapılmış, çevresindekileri sorgulamayan klasik İtalyan babasının ünlü olma serüvenine, Amerikalı mimarlık öğrencisi gencin bu şehrin büyüsünün etkisi altındayken akıl ve gönül karışıklıklarına, yeni evli çiftin başlarına gelen komik olaylar sonucu birbirlerine karşı olan hislerinin tekrar alevlenmesine, cenaze evi işleten bir babanın opera sanatçılığına giden yoldaki komik tecrübeleri gibi minik hikayeleri ile yüzümüzü güldüren bir film. Filmin birinci yarısında bazı kısımlarda, Ferzan Özpetek sahnelerinin coşkunluğunu hissettim. Tabi ki sebep, İtalyan insanının inanılmaz renkli yaşam biçimi ve hayata vurdumduymaz bakış açıları. Her iki yönetmen birbirinden bir çok yönden ayrılsa da, fon İtalya olunca, bu hareketli hayatı yansıtmak için benzer öğeleri kullanmak çok doğal.
Film tematik anlamda çok özel olmasa da, büyüleyici sahneleri ve efsane casti ile ben de özel bir yer edindi diyebilirim.
Sinema salonundan ayrılırken, içimden tekrar buluşmak üzere Sevgili Roma dedim...İspanyol merdivenlerinde marketten aldığım şarabımı yudumlayıp, yorgunluğumu atarken, kalabalık meydanına hayran hayran bakacağım günleri iple çekiyorum.
Bu yazıyı yazmakta baya bir geciktim aslında, geçtiğimiz bayramda Bodrum'a annemlerin yanına kalmaya gittiğimde, günü birlik Kos'a geçme kararı aldık. Vizeniz varsa, 12 EU verip gidiş dönüş bileti alabiliyorsunuz. Tekneler Turgutreis'den ve Bodrum'un içinden kalkıyor, yol yaklaşık 35-40 dakika sürüyor. Biz Turgutreis'den gitmeyi tercih ettik.
Gitmesi çok keyifli ve yol kısacık olmasına rağmen, Yunanistan gümrüğüne geldiğinizde canınızdan bezebilirsiniz. Korkunç bir kuyruk sizi karşılıyor olabilir, bizim için öyle oldu ve yaklaşık 1,5 saat ayakta sıra bekleyip, etrafımızdaki sıra kavgalarına şahit olarak geçirdik. Yunanlılar inanılmaz rahat ve düzen sağlamak gibi bir dertleri yok. Pasaport kontrolünde Avrupa vatandaşlarına ayrıcalık yapıp, hızlıca önden alıyorlar. Biz Türkler ise büyük bir hengamenin içinde eziyet çekiyoruz. Üstelik gelen Avrupalılar da, Bodrum'da kalan, adayı 1 günlük ziyarete gelen insanlar. Sizin anlayacağınız adanın esas kazancı Türkler'den, Avrupalılar'dan değil. Neyse başlangıçta sırada beklerken epey bir gerilsek, kızsak da devamı güzel oldu gezimizin...
Zamanımız kısıtlı olduğu için, sadece ada merkezini gezebildik. Bir dahakine adanın arka tarafındaki bakir yerleri görmeyi ve 2-3 günlüğüne kalmayı planlıyorum. Fiyatlar konusunda da bir takım şeylerin bize göre çok daha uygun olduğunu söyleyebilirim. Özellikle balık yönünden çok zengin restoranlar ve fiyatlar hiç uçuk değil, tıka basa deniz mahsülüyle doyabilirsiniz.
Başlıca merkezde gezilecek yerler de şöyle sıralanabilir;
Girişte sizi karşılayan Neretzia kalesi
Kont Francesco Sans Evi
Hipokrat Ağacı (Hipokrat'ın öğrencilerine ders verdiği yer)
Gazi Hasan Paşa Camii
Liman ve Antik Agora
Dionysus Sunağı
Roman Evi
St. Paraskevi kilisesi
Panellenion Kompleksi
Belediye Pazarı
Defterdar camii
Arkeoloi Müzesi
Bu arada ister araba kiralayın, ister gezi trenlerine binin, yürüyün ya da bisikletle gezin, çok rahat dolaşılan bir merkeze sahip. Ben şahsen yüyüyerek gezdim her tarafı, ama mini trenlerin saatini yakalayabilseydim, daha donanımlı görmüş olabilirdim etrafı. Yine de güzeldi..
Dikkatimi çeken diğer bir şey de; özellikle beachlerde satılan alkollü içecekler, bizdekilere göre oldukça ucuz ve çalışanlar hizmet anlamında hem iyi, hem de çok sempatikler.
Kos'tan bazı kareler;
Yalnız şunu söylemeden edemeyeceğim, dönüşte bana Bodrum çok daha güzel geldi, sokaklarımız ve turizm anlayışımız onlara göre biraz daha önde diyebilirim. Ama hizmet anlamında Yunanlılar'ı çok tuttum.
Son resim de Gündoğan'daki pek bir sevdiğim begonvillerimiz olsun:)
Bu arada artık İstanbul'da yazı yavaş yavaş bitirirken, şortları, bikinileri dolabın arkalarına doğru itmişken, kışın açıp açıp yaz fotoğraflarına bakıp hayal kuracağımı biliyorum.
O zaman, bir de bu şarkı eşlik etsin yaz hayallerimize...
Arayı fazla açmayalım dostum. Bir dahaki haziran'a plaj havlusu ve deniz kokusuyla bizi çabucak bir araya getirirsen pek bir müteşekkir olurum:)
Ben en son lisede avaz avaz animal instinct söylediğimizi hatırlıyorum...Ne ara oldu bütün bunlar
Vapurda edilen sohbetler, gece yarısı gelen telefonlar, heyecanlı mesajlar, gizli saklı buluşmalar, aileye söylenen beyaz yalanlar, gece yatağın içinde kıkır kıkır gülmeler, beraber döktüğümüz göz yaşları, izlenen filmler, defterlere yazılan onlarca şarkı sözü, çıkılan tatiller, sarhoş olmalar, dağıtmalar, yaptığımız twistler, dancing queen ile dansetmeler, verilen sırlar, sadece birbirimizin anladığı mimikler...hepsi yine var ama biz büyüdük.
En yakın arkadaşımı, canımı evlendirdik, benim tarihimde büyük bir gündü evet! Neyse don't panic...
Roma ile başladıktan sonra bir türlü, oturup da sabredip de yazamadığım İtalya gezisine resimlerle devam edeceğiz. Bir gün üşenmeyip, yazmayı becerebilirsem bazı özel duraklar ve İtalya ile ilgili çok sevdiğim diğer şeyleri de anlatacağım. Zaten İtalya'ya tek seferde doymak mümkün değil, bir çok kez gidip, diğer keşfedilmemiş şehirlerini de görmeyi kendime hedef edindim. Bakalım sözümde durabilecek miyim, zaman ve şans da benim yanımda olabilecek mi, göreceğiz...
Tesadüfler, başlangıçlar, bitişler, koşmalar, soluk almalar...sonra durmak, uzun bir süre durmak, sessizce, soluk almaksızın, gözünü bir
noktaya dikmek, eskiye, yeniye takılı kalmak, hiçbir ses duymamak, öylece
takılı kalmak o ana sadık kalayım derken hiçbir şey düşünememek.
İçimdekini tanıyamıyorum, ne ister kestiremiyorum, ama o beni yönetmeye devam ediyor. Olur olmaz dertleriyle, sıkıntılarıyla her geçen gün biraz daha boğuyor.
Hayallerimiz diye bir şey kalmadı sanki, düşlüyoruz sonra çöpe atıyoruz her şeyi, bütün güzel filmleri beraber izleyip, ağlıyoruz, sonra o beni daha çok üzüyor, resmen çaresizliğe sürüklüyor.
Eskiden bana yol gösterirdi, sabah gözümü açtığımda ne istediğimi bilirdim, artık hiç birşeyi bilmiyorum.
Uzun zamandır, konuştuğum herkese en çok görmek istediğim ülkenin İtalya olduğunu söylüyordum. Dolayısıyla, daha kıştan bu yaza yapılacak plan belliydi. Yoğun iş tempomu ve sadece 2 hafta olan iznimi düşünüp, planları yapmaya başladım. Annemi de bu planlara ortak edip, kendimize 1 haftalık kapsamlı İtalya turlarından birini seçip, kararımızı kısa sürede verdik. Rotamız şöyleydi; Roma, Floransa, Toskana, Venedik ve Milano...Tabi arada görülen küçük sevimli köyler daha...
Peki benim İtalya sevgim nereden gelir derseniz; konuya Roman Holiday'i 4 kere izlememle başlayabiliriz.
Ayrıca izlemediğim Ferzan Özpetek filmi de kalmamıştır sanırım, tabi bir de Toskana'da muhteşem üzüm bağlarının ve eski taş binaların arasında geçen Amerikan romantik komedilerinden de etkilenmediğimi söylersem yalan olur:)
Gelelim gezimizin ayrıntılarına; 7 temmuz günü, AHL'den saat 10'da kalkan uçağımızla, 12.30'da Roma-Fiumicino hava alanına iniş yaptık. Tabi temmuz ayının da etkisiyle, her taraf turist kaynıyordu, kalabalığa aldırış etmeden, rehberimizin öncülüğünde, otobüslerimize yerleşip, ilk durak Vatikan'a doğru yola çıktık, hava 34 C ve inanılmaz nemli olmasına rağmen, Roma merkeze giriş yapmamızdan itibaren, resmen bu şehir beni etkisi altına alıp, hipnotize etti diyebilirim. Bu kadar tarihi olan bir şehrin içinde yaşanmışlığı ve hareketi görebilmek son derece keyifli.
İlk günümüzde, San Pietro Bazilikası, Colosseo, Fontana di Trevi (Aşk Çeşmesi), Navano meydanı, Pantheon ve Piazza di Spagna'yı (İspanyol Merdivenleri) gördük. Her gördüğüm meydana, çeşmeye, sokağa aşık oldum diyebilirim, onca yorgunluğa ve yürümemize rağmen her sokağa bakma isteğim, her cafede durup espresso içmeliyim şeklinde yakarmalarım ve dur şurdadan da bir dondurma alayım şeklinde geçen ilk günümüz, gece geç vakit otele dönmemizle günümüz sonlandı.
Otelimiz şehrin biraz dışında olduğu için de, ertesi gün taksiyle ve metroyla nasıl gidileceğini öğrenip, ilk gün gözüme kestirdiğim bütün cafelerde kahvemi içip, şarabımı yudumlayıp, yeni yeni sokaklara girip, elimizde haritayla kaybolmadan gezmeye çalıştık annemle, ayrıca her sokağın bir meydana çıkması da muhteşem. Bence Roma'da kaybolmak mümkün değil, hele de İstanbul gibi kaotik bir şehirde yaşayan bizler için çok zor. 3 gece Roma'da kalarak, sanırım artık gezilmedik yerini bırakmadık. Aşk çeşmesine de bir çok kez para atarak, dileklerimi bir bir sıraladım, tabi ki en büyük dilek Roma'ya bir daha gelebilmek, hatta yaşamak diyebilirim:)
4. günümüzde, Roma'da kalbimi bırakarak, Floransa'ya gitmek üzere yola çıktık. Floransa ve Toskana'dan da bir sonraki yazımda bahsedeceğim. Şimdi biraz fotoğraflara bakıp, o günleri hatırlayalım.
Castel S. Angelo, Vatikan'a giriş
Vatikan
S. Pietro
Akşama doğru Pantheon'da
Navano Meydanında
Fontana di trevi (Aşk Çeşmesi)
Fontana di Trevi yanındaki sokaklarda
Spagna (İspanyol Merdivenleri)
Spagna'da yorgun argın otururken
Spagna meydan
Roma sokaklarında
O zaman Roma postumuza madem Ferzan Özpetek'ten de bahsettik, Napoli'den bahsetmesek de çaktırmayın, Pink Martini'yi çok severim o yüzden bu müzik eşlik etsin bize ;)
-“kalk gidelim” derken sahici miydin, yoksa yine
hayallerinin içinde yüzüp, beni de tam ortasına mı çekmeye çalışıyordun?
- Sanırım o kadar da sahici değilmiş, sesin çok kısık
geliyor artık, güçlü cümleler de kuramıyorsun, oysa sen ne severdin o meşhur tonlama
ve vurguları
-bence sen bu gökyüzünün altında maviliğe dalıp giden uğur
böceğinden farksızsın, onlar renkleri senin kadar iyi seçemez belki, çünkü sen
renk konusunda ustasındır bilirim, senin karıştırdığın maviler, yeşiller bir
başkadır, sandalyenin ahşabında 15 tonda kahverengi görür, hepsinin hikayesini
bana anlatırsın, ama sen uğur böceğinden farksızsın yine de, ona da bakarken
dilek diliyorum, sana da baktığımda dilek dilemek istiyorum, ama bu dilekler
kendim için değil, senin için…
Royalty's not what it seems Folks can be cruel & be mean Waging battles, online wars It's all just a bit of a chore Listen to what i now say For bad behaviour you'll pay So start being civil Courteous too Or it will be off With your head