Bardağı yerine bıraktım, sıkılgan bir ses çıktı, ne yüksek
ne alçak, varolmaktan bıkmış bir sesti bu. Kimseye kendini kanıtlama derdi
olmayan, önüne konulanları kabullenen ses, taklitçi ses, buruk ses.
Sonra birden perde savruldu, açık pencerinin ceryanından mı,
vantilatörün üflediği havadan mı yoksa fondaki müziğe eşlik etmek isteyen
nesnesel coşkudan mı bilinmez, pek güzel bir özgüvenle havalandı sonra eski
şeklini almak istercesine süzüldü ve yavaşça kıvrımlarını toparlayıp, sakince
köşesine çekildi.
Ayağımın altında toplanan halıya takıldı gözüm, içindeki
kırmızılar turuncuya çaldı birden, maviler de sarılarla sarmaş dolaş oldu,
yeşilin yanına morlar oynamaya geldi, gözümün önünde bin bir renkli bir
haritaya dönüştüler. Desenler el ele verdi kıtaları oluşturdu, okyanuslar doldu
aralarına. Büyük yelkenlime seslenmek istedim, sonra kadife halı ayağıma
dolandı yine. Anladım ki seyahate çıkma vakti daha gelmemiş.
Kanepenin üzerinde duran keman bana mı baktı acaba derken,
tarçın renkli ahşabın üzerindeki iki koca göz senfoniyi ses olmadan
hissettirdiler bana, ne nota vardı, ne de titreşen teller, ama kafamın içinde
yükselen alçalan dalgalara eşlik eden rüzgar çoktan bestesini yapmıştı.
Kollarımı açarak, salonun ortasında salınıyordum, tizler ellerimden
çekiştirirken, yumuşak tonlar ise yanaklarımı okşuyordu.
Seyahate çıkamadan, kendi hayali rotamı oluşturmuş,
uzaklara masallar yolluyordum. Abajurden deniz feneri yapmış, karanlık suları
aydınlatışını izliyordum. Hepsi o küçük evin içinde oluyordu, camlarının sıkıca
kapalı olduğu, fanusumsu dünya içinde kendi mevsimlerini yaşatıyor,
geçmiş-gelecek çizgilerini şekillendiriyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder