Eskiden aynı hikayenin
oyuncularıydık, yazar bizi türlü tesadüflerle bir araya getirirmeye çalışırdı.
Biz de karşı çıkmazdık bu duruma. Örneğin; sen köşe başında beliren simitçiyken,
ben de elindeki kahvesini üstüne dökmüş, ofise yetişmeye çalışan kızdım.
Çantamdaki peçeteyi çıkarmaya çalışırken, göz göze gelirdik hiç beklenmedik bir
biçimde, onca kalabalık sanki durur, zaman akıcılığını yitirirdi. Ne mi
düşünürdük o an? Rüzgar çok mu sert esiyor, akşama ne yesem, hafta sonu
sinemaya mı gitmeli yoksa tiyatroya mı, maaşımı zamanında alabilecek miyim…Hayır.
Bunlardan hiç biri değildi aklımızdan geçenler. Niye onca insan donakaldı da,
bu iki kişi seçildi bu kaosta…Diğerlerinin bedenleri ve hafızaları donmuşken,
bizdeki akıl almaz algı da neyin nesiydi, hikayenin hangi bölümündeydik, bir
daha kaçıncı sayfada hangi işi yaparken, zamanı durdurup, bakışabilecektik, o
zaman neler geçecekti aklımızdan…
Vakit ilerledikçe, yazar bizi
karşılaştırmaktan vazgeçti, kesişmeyen hikayelerin yalnız kahramanları olup
çıktık, ne üstüme kahve döküldü, ne de -çıtır simidim var abla- diyen sesini
duydum. Varsa yoksa, donuk sokak lambalarının altında yürüttü beni yazar, yürürken
evlerin demir korkuluklarında parmaklarımı kaydırdım, içime çektim kuru soğuk
havayı, sus dedi yazar; anlatma ulu orta her şeyini, gizemini korumalısın dedi.
Gizem dediği neydi ki? Okuyucunun çözemediği ama merakını arttıran karakter ve olaylar
silsilesi mi, yoksa küçük tesadüflerin soğukkanlı katili mi?
Cevap; her ikisi de değildi.
Gizem, yalnız karakterlerin farklı hikayelerde birbirinden habersiz
geçmişlerini geri dönüşüm kutusuna atmalarıydı; çünkü sahip olacağın geçmişi
bilememek ve seçememek de, en az geleceğin belirsizliği kadar gizemliydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder