31 Mayıs 2010 Pazartesi
Son desen
Vee son dedi birileri…eh işte o kutsal son, hepimizin beklediği, hakkında ileri geri yorumlar yaptığı…ne mi oldu? Sadece merak edilen bu mudur, ne olduğu…yoksa neden, nasıl soruları mı sorulur sonlara…Hangi son sizi etkiler, hangi son sizi kayırır, hangi son sizi ağlatır..hangi son sizi sona sürükler…Birileri bütün cevapları bilirken, biz sonlara kılıflar biçtik, hayalledik onları kendimizce, sevdiğimiz sıfatlar taktık sonlara…Oysa bizim dışımızda sonlara karar veren ayrı bir mekanizma devreye çoktan girmişti…Biz sonları izleriz, bazıları ise sonlara karar verir…Hangi taraf daha güvenlidir bilinmez; ama sonları yönlendirmek çoğu zaman yorucu ve can yakıcı gibidir. Sonsa son’dur…Son’a sorular sorulmaz…son tartışmaya gelmez…son varoluşun selamını iletir, bizse sona hoşçakal deriz…
Fotoğraf: 2008 Bozcaada deniz feneri
29 Mayıs 2010 Cumartesi
mad world
27 Mayıs 2010 Perşembe
25 Mayıs 2010 Salı
Saymakla bitmeyenler
Bu aralar, içimde birikmiş olan beğenileri paylaşmadan duramıyorum malesef...Elimin altında duran kitaplarıma bazen baktığımda inanılmaz mutlu hissediyorum kendimi, onlar varken yalnız olmak ne demek, her biri birşey fısıldıyor kulağıma, bazen ben sorular soruyorum onlara...hızlıca, kayıtsızca geçip giden günleri anlamlı kılan birkaç şeyden biri de onlar..
Son zamanlarda okuduğum kitaplardan olan Goethe'nin Genç Werther'in Acıları adlı kısa öyküsü, yine dil ve tasvir açısından beni kendine hayran bıraktı...
En çok sevdiğim kısmı ise paylaşmak istedim:
"Yaşamak yalnızca bir rüyadır. Bunu benden önce de ifade edenler olmuş, ama bu benzetiş gölgem gibi peşimden ayrılmıyor. Düşünüyorum: İnsanların gücü ve yaratıcılığı avuç içi kadar bir çerçeveye sıkışmış, ellerinden fazla birşey gelmiyor! Dikkat buyrunuz: Bizim olanca savaşımız, geçinmemize, barınmamıza yarıyor. Yani, mahrumiyetlerle geçen şu uğursuz hayatı uzatmaktan başka bir işe benzemiyor. İçimizin rahat olduğu zamanlarda bile bu rahatlık, başımıza geleceklere karşı Tanrı'ya sığınmamızdan kaynaklanıyor. Böylelikle zindanlarının duvarlarına hoş resimler, iç ferahlatıcı manzaralar çizen tutuklulara benziyoruz. Ah kardeşim bunları düşündükçe aklım duruyor!
Kendime, kendi içime bakıyorum ve orada devasa bir evren buluyorum. Ama bu evrende hayat ve devinimden çok, anlamlı sezgiler ve müphem arzular var. O zaman her şey karşımda yıkılıyor ve ben gülümsüyorum, ve ben sürekli böyle dalgınca düşünerek bir girdabın derinliklerine doğru çekiliyorum."
Bu girdabın derinliklerinde herkesin içinde bendeki gibi
ayrıntıcı bir yan
meraklı bir yan
çocuksu bir yan
dalgacı bir yan
ehl-i keyf bir yan
kendini kaybeden bir yan vardır...
ve kim bilir o girdabın içinde hepimizde daha neler neler vardır..
Son zamanlarda okuduğum kitaplardan olan Goethe'nin Genç Werther'in Acıları adlı kısa öyküsü, yine dil ve tasvir açısından beni kendine hayran bıraktı...
En çok sevdiğim kısmı ise paylaşmak istedim:
"Yaşamak yalnızca bir rüyadır. Bunu benden önce de ifade edenler olmuş, ama bu benzetiş gölgem gibi peşimden ayrılmıyor. Düşünüyorum: İnsanların gücü ve yaratıcılığı avuç içi kadar bir çerçeveye sıkışmış, ellerinden fazla birşey gelmiyor! Dikkat buyrunuz: Bizim olanca savaşımız, geçinmemize, barınmamıza yarıyor. Yani, mahrumiyetlerle geçen şu uğursuz hayatı uzatmaktan başka bir işe benzemiyor. İçimizin rahat olduğu zamanlarda bile bu rahatlık, başımıza geleceklere karşı Tanrı'ya sığınmamızdan kaynaklanıyor. Böylelikle zindanlarının duvarlarına hoş resimler, iç ferahlatıcı manzaralar çizen tutuklulara benziyoruz. Ah kardeşim bunları düşündükçe aklım duruyor!
Kendime, kendi içime bakıyorum ve orada devasa bir evren buluyorum. Ama bu evrende hayat ve devinimden çok, anlamlı sezgiler ve müphem arzular var. O zaman her şey karşımda yıkılıyor ve ben gülümsüyorum, ve ben sürekli böyle dalgınca düşünerek bir girdabın derinliklerine doğru çekiliyorum."
Bu girdabın derinliklerinde herkesin içinde bendeki gibi
ayrıntıcı bir yan
meraklı bir yan
çocuksu bir yan
dalgacı bir yan
ehl-i keyf bir yan
kendini kaybeden bir yan vardır...
ve kim bilir o girdabın içinde hepimizde daha neler neler vardır..
24 Mayıs 2010 Pazartesi
Bazen net bazen saklı
Bazı anlar ne kıymetlidir değil mi, hiç geçmesin istersiniz..hafızanızda öyle yer eder ki..o andan kalan herhangi bir müzik..herhangi bir fotoğraf..hatta kağıt parçası bile o anı tarihe kaydeder...
Bu sabah bir arkadaşım, bana hediye gibi gelen Eleni Karaindrou'nun bu güzel ve içten parçasını göndermiş..O kadar güzel ki saklı kalmasını istemedim..Duymak isteyenler olur belki...
Ayrıca Özdemir Asaf'ın çok sevdiğim Yumuşaklıklar Değil adlı kitabından en beğendiklerim arasında olan bu şiir, o da paylaşılmayı hak ediyor diye düşündüm..
DÜŞÜNMEK
Önce deniz, baktım denizdi bana önce.
Baktım sonra bana herşey denizdi.
Büyüdüm bütün uzayları kapladım.
Ben kaldım, yıllar, denizler geçti.
Üçe böldüm, beşe böldüm anladım.
-Onu bu gözler içti,-
Bilindi bütün anlaşılmazlar.
Bir gerçek bugün o yalanlarım.
Artık bana o denizleri sormazlar.
Bundan böyle ben kendimi sorumlarım.
Yanıldım desem hoşlamazlar.
Ya yokum, ya da varım.
Şimdi ancak ayakta, olgulanmışım.
Bir düzey deniz görüyorum, bir yatay deniz,
Bir dikey deniz görüyorum, uyanmışım:
Ben birçok insan, karşımda bir tek deniz.
Şair: Özdemir Asaf, Kitap: yumuşaklıklar değil, sy: 27
22 Mayıs 2010 Cumartesi
Aklımdan çıkmayanlar..
Uzun zaman önce çok severek dinlediğim Johnny Cash'in bu şarkısını tekrar hatırlamanın verdiği sevinçle, kim bilir kaç kere daha dinleyeceğim..
Ve başucu kitabım olan Parfümün Dansı'na, elime geçtikçe göz atıyorum ve her bir bakışta daha da seviyorum bu kitabı.
Parfümün Dansı'ndan unutamadıklarım...
"En yoğun ruhsal yaşantılar, zamanın askıya alınmasını gerektirmektedir."
"Rüya demek, zihnin işlenecek veri bulamadığı zaman kendini eğlendirmesi demektir."
"Maddesel şeylerin insanı hayata bağlama gücü nice idealistin sandığından çok daha fazladır."
"Belki de evrim, oyuncu, serüvenci, önceden kestirilemez, insanı çileden çıkaracak kadar da yavaş olmasına rağmen, sonunda bizi kurtaracaktır."
"Zayıflar, ego ve dogma kayalarının ardına saklanarak, şüphe içinde tutarlar geçidi."
"Hayat çoğunlukla maddeseldir. Maddesel şeylerin zevkini çıkarmak da epey kahramanlık gerektirir. Maddesel şeyleri toplayıp biriktirmek, gerçi yüzeysel ve yararsız bir çabadır; ama bu tür şeylerle gerçek bir ilişki kurmak, hayatla ilişki kurmaktır ve dolasıyla da, ilahi olanla ilişki kurmaktır."
Bu aralar içim bazen olabildiğince renkli ve sıcak
Bazen de olabildiğince sıkıcı ve soğuk!..
Ve başucu kitabım olan Parfümün Dansı'na, elime geçtikçe göz atıyorum ve her bir bakışta daha da seviyorum bu kitabı.
Parfümün Dansı'ndan unutamadıklarım...
"En yoğun ruhsal yaşantılar, zamanın askıya alınmasını gerektirmektedir."
"Rüya demek, zihnin işlenecek veri bulamadığı zaman kendini eğlendirmesi demektir."
"Maddesel şeylerin insanı hayata bağlama gücü nice idealistin sandığından çok daha fazladır."
"Belki de evrim, oyuncu, serüvenci, önceden kestirilemez, insanı çileden çıkaracak kadar da yavaş olmasına rağmen, sonunda bizi kurtaracaktır."
"Zayıflar, ego ve dogma kayalarının ardına saklanarak, şüphe içinde tutarlar geçidi."
"Hayat çoğunlukla maddeseldir. Maddesel şeylerin zevkini çıkarmak da epey kahramanlık gerektirir. Maddesel şeyleri toplayıp biriktirmek, gerçi yüzeysel ve yararsız bir çabadır; ama bu tür şeylerle gerçek bir ilişki kurmak, hayatla ilişki kurmaktır ve dolasıyla da, ilahi olanla ilişki kurmaktır."
Bu aralar içim bazen olabildiğince renkli ve sıcak
Bazen de olabildiğince sıkıcı ve soğuk!..
18 Mayıs 2010 Salı
Bir Küçük Adam
Bugün sizi bu küçük beyefendiyle tanıştırmak istedim, kendisi bizim eve sık sık konuk olur..Genellikle kapıdan ilk girişte boynuma atlar, daha sonra birlikte el ele tutuşup ev turu yaparız..Sehpalar, tabaklar, yastıklar, halılar, perdeler hatta yan komşunun balkonu incelenmeden olmaz..Efenim öyle elinden pipetini, kavanoz kapağını veya mazallah telefonu almaya gelmez, valla kafa atar söyleyeyim..O masum bakışların altında agresif bir bünye barınmakta:) Kendisinin en büyük eğlencesi tv'de reklamları izlemektir, dalin reklamında onu yerinde tutmaya kalkışmayın tavsiye etmem, gözlerini ayırmadan pür dikkat ekrana bakar..Bir de bu 1 yaşındaki arkadaşla starbucks maceralarımız var ki sormayın, pipetleri, kağıtları, karıştırıcıları aşırır bir bir ağzına sokar hepsini..Daha kendisiyle karşılıklı kahve içmişliğimiz yok ama çok pis etrafı keser...Dikkat çekmek için bütün numaralarını gösterir çevredekilere, ama ona bir kez bakıp gülümserseniz rahatlar..Parmağıyla 1 yapar, ardından da alkış bekler :) Onun bütün eğlencesi de bu, ne yapsın çocukcağız..Umarım küçük adam senle daha çok maceralarımız, anılarımız olur..Bir "alo" de bakayım abilere ablalara :))) Laf aramızda şimdilik en sevdiği şey elini kulağına götürüp alo yapmak..
17 Mayıs 2010 Pazartesi
Bir oradasın bir burada
Bazen aktif halde yaşarız, bazense sadece izleyici oluruz ya da becerebilirsek her ikisini bir arada yaparız. Ben dün Kadıköy’de, Beşiktaş Vapur İskelesinin üzerindeki Deniz Yıldızı Restoran’da salatamı yerken fark ettim ki, her boşalan ve dolan vapurun ardından insanlara bakarken, sanki geçmiş gözümün önünden geçti..Onlar sahnede gibi, bana yaşanmışlıkları anımsatıyorlar bense evet bu şöyle olmuştu, evet haklısın gibi içimden konuşuyorum..Bazen gözlerim doluyor, bazense içimden gülümsüyorum, karşımda oturan arkadaşım ise içimde olan bitenlerden habersiz, güven dolu gözleriyle bana bakıyor…Bir hafta sonu daha böyle bitiyor ve gerçek hayat, ben buradayım diye bağıra çağıra geri dönüyor!!!
Fotoğraf, 2008 yılında Bozcaada Deniz Fenerin'den çekilmiştir.
14 Mayıs 2010 Cuma
Dilekler...
Önceden hazırladığım bu postu, yayınlamanın tam zamanı olduğunu düşündüm...
Yanımda bir sürü dizili kitabım var, bir yandan müziğim açık, sevdiğim notalar kulağıma doluyor, kalbimi okşuyor. Artık hava da ısındı, aktiviteler başladı, saat 8’de hava kararmamış oluyor..Bu o denli önemli bir şey ki, o iğrenç sıkıcı kış mevsiminden sonra..Unutulması gerekenler itinayla sindirilip, öğütülüyor..Bu iş de yolunda gidiyor gibi..Sevdiklerimiz yanımızda, güzel sözler ediliyor, harika vakitler geçiriliyor, plan-program bitmiyor, saçlar yeni modellere sokuluyor, sonuna kadar kıvırcık özgürce bırakılıyor..Bazı griler, tekrar renklenmeye başlıyor, iletişim yetileri artmakta..Tiyatro, sinema ve kitapçı gezmeleri ruhumun en güzel arkadaşları..İnsanların desteğini ve güvenini hissetmek müthiş bir duygu..Yaz renkleri çok güzel, cıvıl cıvıl elbiseler giyesim var bu yaz!!! İstanbul’dan çıkamasam da havuza gidesim, şarap eşliğinde dolu dolu muhabbetler edesim, kahkahalar atasım, uyumayasım, adalara gidesim orada kalasım…Bir dolu kitap okuyasım, izlediğim filmleri evde tavana kadar dizesim var..Çiçekleri, denizi, esen meltemi kucaklayasım var…Kendimi ara sokaklarda kaybolmuş olarak görmek, tanımadığım bilmediğim kedilerin merhamet ister bakışlarına karşılık vermek istiyorum..Uçuşan tiril tiril elbiseler ve bodrum sandaletlerim içinde turlayasım, gerektiğinde bir mojito ya da limonata içesim var..Beyaz uçuşan bir elbisenin içinde, kendimi denize bakarken görüyorum arkamda ise sevdiklerim..Bundan güzel hayal mi olur???
Herkese bu yeni aldığım elbise gibi renkli, cıvıl cıvıl, sevdiklerimizle yapılan güzel masa sohbetleri ile dolu, her köşede beliren ve bizi şaşırtmayı beceren bu kedicikler gibi sürpriz dolu güzel bir yaz diliyorum…
Yanımda bir sürü dizili kitabım var, bir yandan müziğim açık, sevdiğim notalar kulağıma doluyor, kalbimi okşuyor. Artık hava da ısındı, aktiviteler başladı, saat 8’de hava kararmamış oluyor..Bu o denli önemli bir şey ki, o iğrenç sıkıcı kış mevsiminden sonra..Unutulması gerekenler itinayla sindirilip, öğütülüyor..Bu iş de yolunda gidiyor gibi..Sevdiklerimiz yanımızda, güzel sözler ediliyor, harika vakitler geçiriliyor, plan-program bitmiyor, saçlar yeni modellere sokuluyor, sonuna kadar kıvırcık özgürce bırakılıyor..Bazı griler, tekrar renklenmeye başlıyor, iletişim yetileri artmakta..Tiyatro, sinema ve kitapçı gezmeleri ruhumun en güzel arkadaşları..İnsanların desteğini ve güvenini hissetmek müthiş bir duygu..Yaz renkleri çok güzel, cıvıl cıvıl elbiseler giyesim var bu yaz!!! İstanbul’dan çıkamasam da havuza gidesim, şarap eşliğinde dolu dolu muhabbetler edesim, kahkahalar atasım, uyumayasım, adalara gidesim orada kalasım…Bir dolu kitap okuyasım, izlediğim filmleri evde tavana kadar dizesim var..Çiçekleri, denizi, esen meltemi kucaklayasım var…Kendimi ara sokaklarda kaybolmuş olarak görmek, tanımadığım bilmediğim kedilerin merhamet ister bakışlarına karşılık vermek istiyorum..Uçuşan tiril tiril elbiseler ve bodrum sandaletlerim içinde turlayasım, gerektiğinde bir mojito ya da limonata içesim var..Beyaz uçuşan bir elbisenin içinde, kendimi denize bakarken görüyorum arkamda ise sevdiklerim..Bundan güzel hayal mi olur???
Herkese bu yeni aldığım elbise gibi renkli, cıvıl cıvıl, sevdiklerimizle yapılan güzel masa sohbetleri ile dolu, her köşede beliren ve bizi şaşırtmayı beceren bu kedicikler gibi sürpriz dolu güzel bir yaz diliyorum…
13 Mayıs 2010 Perşembe
An addiction to the past..
Uzun zaman sonra yine blogum'dayım ve mutluyum geri döndüğüme:) Aslında çoktandır aklımdaydı yazacağım postlar hatta kafamda taslaklarını oluşturmuştum bile fakat üşengeçlik, zamansızlık ya da havamda değildim diyelim. Bir türlü fırsat olmadı, yolum düşmedi bloguma..Şimdi kendimi "home sweet home" modunda hissediyorum..:)
Konumuza gelelim, beni tanıyanlar ne derece bir sex and the city bağımlısı olduğumu bilirler, nerdeyse şu aralar her akşam daha önce izlediğim bölümleri açıp tekrar tekrar izliyorum. En sevdiğiniz dizi diye sorulduğunda hiç duraksamadan cevaplayabilirim. Üstünden o kadar zaman geçmesine rağmen bu dizinin diyaloglarına resmen aşığım ve benim için hiç eskimeyecekler..Film, beni dizi kadar tatmin etmese de ona da hayır diyemem ve 2. filmi de heyecanla bekliyorum..
Carrie-Miranda-Charlotte-Samantha ne güzel bir uyum değil mi??? Düştükleri hatalar, üzüntüleri, sevinçleri ne kadar da bizden..Hele o çılgın, neşeli, absürd masa muhabbetleri yok mu..ne kadar üzgün olsalar da hayal kırıklıkları yaşasalarda herşey o masada farklı bir hal alıyor...İşte beni geçmişe döndüren bu dizi, bana orta okul ve lisede muhteşem zaman geçirten kız arkadaşlarım M. ve D.'yi hatırlatıyor..Her ne yaşarsak yaşayalım biz biraraya gelince bir kahkaha patlar, herşey unutulurdu ve ben onların yanında kendimi o kadar huzurlu hissederdim ki dünya gözüme çok farklı görünürdü. Belki o zaman ki problemlerimiz daha küçüktü, altından kalkması kolaydı diyeceksiniz..Doğru! Ama şunu biliyorum ki böyle kız arkadaşlarınız oldukça, kendinize aslında bir aile ediniyorsunuz, size her daim kapısını açan bir aile..Bundan daha iyi ne olabilir..Birbirinden gizlisi saklısı olmayan, her zaafını, her iyi yanını bildiğiniz, sürprizsiz güven dolu bir aile!!!
Bu üç kişilik ailemiz artık 2 kişi (bazı sebeplerden dolayı D. ile görüşülemiyor) Herşey yine çok güzel, ne zaman aşırı mutlu olsam koşacağım insan M. ne zaman acıdan kıvranıyor olsam koşacağım insan yine M...Ama ben yine de eski o çocuksu, çılgın halimizi çok arıyorum..Sabahlara kadar içip sarhoş olduğumuz, herşeyle dalga geçtiğimiz, taklitlerimiz, alışverişlerimiz, insanlara laf atmalarımız, bazen akan göz yaşları, yaz tatillerimiz...Kısacası o üçlü olarak biz muhteşem yıllar geçirdik ve bu konuda inanılmaz şanslı olduğuma inanıyorum..Her kızın böyle arkadaşları olmalı, onlar beni hiç üzmediler ve yanlarında kendimi hep mutlu hissettim..Bu da benden geçmişe bir serenad olsun..Orta okuldaki o tipi kaymış, abuk subuk giyimli fotoğraflara baktığımda o kadar gülüyorum ki..Elimde bir şans olsa o yıllar en çok geri dönmek istediğim yıllar olurdu..
Bu fotoğraf sanırım orta son'dan kalma, çok komik görünüyoruz ama hiçbirşey umrumuzda değil en güzeli de bu! (çözünürlüğünün kusuruna bakmayın..)
Vee bu duygusal postu, yine bayıldığım bir SATC quote'u ile kapatalım:)
Charlotte: I proposed myself!
Carrie: What?
Charlotte: Yes. I suggested he have a tomato salad, then I suggested we get married.
Carrie: Wait. What exactly did he say?
Charlotte: Alrighty!
Carrie: Alrighty? He said alrighty? Now I'm thinking the upsetting thing isn't that you proposed, it's that you proposed to a guy that says "alrighty."
Charlotte: Oh, Carrie, stop!
Carrie: Alrighty.
Konumuza gelelim, beni tanıyanlar ne derece bir sex and the city bağımlısı olduğumu bilirler, nerdeyse şu aralar her akşam daha önce izlediğim bölümleri açıp tekrar tekrar izliyorum. En sevdiğiniz dizi diye sorulduğunda hiç duraksamadan cevaplayabilirim. Üstünden o kadar zaman geçmesine rağmen bu dizinin diyaloglarına resmen aşığım ve benim için hiç eskimeyecekler..Film, beni dizi kadar tatmin etmese de ona da hayır diyemem ve 2. filmi de heyecanla bekliyorum..
Carrie-Miranda-Charlotte-Samantha ne güzel bir uyum değil mi??? Düştükleri hatalar, üzüntüleri, sevinçleri ne kadar da bizden..Hele o çılgın, neşeli, absürd masa muhabbetleri yok mu..ne kadar üzgün olsalar da hayal kırıklıkları yaşasalarda herşey o masada farklı bir hal alıyor...İşte beni geçmişe döndüren bu dizi, bana orta okul ve lisede muhteşem zaman geçirten kız arkadaşlarım M. ve D.'yi hatırlatıyor..Her ne yaşarsak yaşayalım biz biraraya gelince bir kahkaha patlar, herşey unutulurdu ve ben onların yanında kendimi o kadar huzurlu hissederdim ki dünya gözüme çok farklı görünürdü. Belki o zaman ki problemlerimiz daha küçüktü, altından kalkması kolaydı diyeceksiniz..Doğru! Ama şunu biliyorum ki böyle kız arkadaşlarınız oldukça, kendinize aslında bir aile ediniyorsunuz, size her daim kapısını açan bir aile..Bundan daha iyi ne olabilir..Birbirinden gizlisi saklısı olmayan, her zaafını, her iyi yanını bildiğiniz, sürprizsiz güven dolu bir aile!!!
Bu üç kişilik ailemiz artık 2 kişi (bazı sebeplerden dolayı D. ile görüşülemiyor) Herşey yine çok güzel, ne zaman aşırı mutlu olsam koşacağım insan M. ne zaman acıdan kıvranıyor olsam koşacağım insan yine M...Ama ben yine de eski o çocuksu, çılgın halimizi çok arıyorum..Sabahlara kadar içip sarhoş olduğumuz, herşeyle dalga geçtiğimiz, taklitlerimiz, alışverişlerimiz, insanlara laf atmalarımız, bazen akan göz yaşları, yaz tatillerimiz...Kısacası o üçlü olarak biz muhteşem yıllar geçirdik ve bu konuda inanılmaz şanslı olduğuma inanıyorum..Her kızın böyle arkadaşları olmalı, onlar beni hiç üzmediler ve yanlarında kendimi hep mutlu hissettim..Bu da benden geçmişe bir serenad olsun..Orta okuldaki o tipi kaymış, abuk subuk giyimli fotoğraflara baktığımda o kadar gülüyorum ki..Elimde bir şans olsa o yıllar en çok geri dönmek istediğim yıllar olurdu..
Bu fotoğraf sanırım orta son'dan kalma, çok komik görünüyoruz ama hiçbirşey umrumuzda değil en güzeli de bu! (çözünürlüğünün kusuruna bakmayın..)
Vee bu duygusal postu, yine bayıldığım bir SATC quote'u ile kapatalım:)
Charlotte: I proposed myself!
Carrie: What?
Charlotte: Yes. I suggested he have a tomato salad, then I suggested we get married.
Carrie: Wait. What exactly did he say?
Charlotte: Alrighty!
Carrie: Alrighty? He said alrighty? Now I'm thinking the upsetting thing isn't that you proposed, it's that you proposed to a guy that says "alrighty."
Charlotte: Oh, Carrie, stop!
Carrie: Alrighty.
1 Mayıs 2010 Cumartesi
Söylemek istediklerim
Söylemek istediklerime başlamadan önce bugün bütün emekçi, bu ülke ve kendi ekmekleri içi ter döken vatanşlarımızın işçi bayramını kutlamak isterim.
Gelelim bugünkü birinci konu başlığımıza, size Stefan Zweig'ın "Bir Kadının Yaşamından 24 saat ve Bir Yüreğin Ölümü" adlı kitabından, 2. öyküde yeren alan bir paragrafı sunmak istiyorum. Bu kısacık kitapta sadece 2 öykü yer almakta. Konu açısından fazla enterasan olmayan fakat anlatım yönünden inanılmaz derinliğe sahip olan bu öyküler okurken beni inanılmaz derecede etkilediler.
Gelelim bahsettiğim paragrafa:
"Bir yüreğin adamakıllı sarsılabilmesi için her zaman ille de kaderin güçlü bir tokadı ya da herşeyi sert bir şekilde söküp atan bir güç gerekmez; hatta gelişigüzel nedenle yıkımı yaratmak, kaderin ele avuca sığmaz heykeltraş isteğini tahrik eder. Biz insanoğlu, kendi anlaşılmaz dilimizde bu ilk hafif dokunuşlara bahane deriz ve onun küçücük cüssesiyle çoğu zaman muazzam etkili gücüne şaşar kalırız; fakat bir hastalık nasıl sinsice ortaya çıkarsa, bir insanın kaderi de ancak herşeyle gözle görünür hale geldiğinde ve olaylar başladığında kendini belli eder. Kader, yüreğe dıştan dokunmadan çok önce beyinde ve kanda içten içe ilerler her zaman. Kişinin kendini tanımaya başlaması aslında kendini savunmaya başlamasıdır ve bu, çoğu zaman beyhude bir savunmadır." Böyle çarpıcı bir paragrafla giriş yapılan bir öykünün devamını kim okumak istemez ki. Ayrıca en çok dikkatimi çeken nokta da yazarın inanılmaz uzun cümleler kullanıp ama bunları çok güzel bağlayabilmesi. Yazar karakterlerini ustalıkla okuyucunun önüne sunuyor, ve gerek biz gerek kendi tarafından ruh çözümlemeleri yaptırıyor. Bu kitapta bulunan 2 öykü de Freud tarafından da çözümlenmiştir.
Gelelim ikinci konumuza:
Popüler yazarımız Paulo Coelho'nun Veronika Ölmek İstiyor adlı kitabını duymuşsunuzdur belki. Kitabın konusu kısaca şöyle; 24 yaşında güzel, işinde başarılı, ailesinin gözünde iyi evlat olan Veronika bir gün artık bu hayatın onun için yeterince iyi olmadığına karar verip intihar etmeye karar veriyor. Zamanında müdahale edilerek kurtarılan Veronika, ailesi tarafından özel bir psikiyatri kliniğine yatırılıyor. Uyandığında kendisine söylenen ise onu kurtardıkları fakat damarlarında gerçekleşen deformasyondan ötürü çok az ömrünün kaldığı. Tadılan ölüm yaşam tekrar ölüm düşüncesinin şokuyla Veronika daha çok sarsılıyor ve buna bir anlam veremiyor. Yalnızca kalan birkaç günlük ömür düşüncesi kendini tekrar keşfetmesine ve farkedemeği güzel şeyleri görmesine yarıyor. Artık o başka biri ve önünde birçok hayaliyle ve tanıştığı Ed'le yalnız değil. Bu küçük ironi onda yeniden uyanış yaratıp hayata dönmesine yardımcı oluyor.
İşte bu güzel kitabın, sinemaya uyarlanması da gayet başarılı olmuş. Kitapla aynı adı taşıyan filmde başrolü Sarah Michelle Gellar oynamakta, rolünün hakkını verdiğini düşünüyorum. Filmde kitaptaki öğelerin dışına çıkılmadan, yalın bir anlatımla Veronika'nın sıkıntısı başarıyla izleyiciye aktarılmış.
Diğer bir başlık da;
Gabriel Garcia'nın en meşhur eseri olan Yüzyıllık Yalnızlık adlı kitabının Stüdyo 100ekibi tarafından tiyatroya uyarlanması. Geçen hafta çarşamba günü CKM'de izledim bu oyunu. Bence bu kadar iddialı bir konusu ve böylesine kült bir eseri sahneye koymak gayet iddialı bir olay. Bu arada Edinburgh Fringe Festivali (2002) En İyi Oyun ödülüne sahiplermiş zaten. Oyuncuların doğallıkları, abartısız ve yerinde mimikleri sayesinde bir dakika olsun gözümü kaldırmadan izledim.
Hayat ve ölüm arasında büyülü bir yerde hayatından sadece tek bir anı seçeceksin...Hafızandaki diğer herşey ise silinip gidecek.Üstelik çabuk olmak zorundasın.Sonsuzluğa ulaşmak için zaman hızla daralıyor...
Büyülü gerçekçiliğin izlerini taşıyan oyunda beş karakter seçim yapma yolculuğunda seyircisini de geçmişte,gelecekte ve o anda bu düşünsel yolculuğa çıkarıyor.
‘’ Peki ya sen ne seçerdin? ‘
Son konumuz ise benim ilk MİM'im olacak:)
Sevgili Peanut beni mimlemiş, hemen üstüme düşeni yapıp bu zorlu görevi yerine getirmeye çalıştım;)
Mimimiz şudur efendim:
•Takip ettiğiniz bloglardan ya da blogunuzda yer verdiğiniz blog listesinden baştan 3sıradaki bloga girip, onun takip ettiği bloglardan(blog listesinden) -daha evvel görmediğiniz- bir bloga tıklıyorsunuz.
•Oradaki yazılara göz atıp birini gözünüze kestiriyor, okuyorsunuz.
•Hoşunuza giden bir paragrafı alıp blogunuzda paylaşıyorsunuz.
•Bu paragrafla alakalı birkaç cümle sarfetmeyi de ihmal etmiyorsunuz:)
•Alıntı yaptığınız blogun son yazısına yorum olarak bu mimi düşüyor, kendi yazınıza link veriyor ve bu blog sahibini de mimlemiş olduğunuzu iletiyorsunuz.
•Son olarak mimlemek istediğiniz başka blogdaşlar varsa mimi onlara da yolluyorsunuz.
Ben de severek takip ettiğim Ayşe's World adlı blogdan, dilayra'nın "Bir nefes İstanbul'dan" postundan kendime bir paragraf seçtim. Aslında bu post Aret Vartanyan'ın kitabından bir alıntı ama ben o kadar çok sevdim ki kendime kesinlikle bunu seçiyorum. Vee tek kelimeyle dilayra'nın blogundaki fotoğraflarına, sevecen cümlelerine, samimi anlatımına bayıldım.
"Sen değişmedikçe çevrendeki hiçbir şeyin değişmeyeceğini kabul et. Sen değişmedikçe yaşam tekrarlardan ibaret olacak. Geçmişinin tekrarı. Tıpkı her seferinde sıfırlanıp, sonrasında limitini dolduran kredi kartı borçların gibi. Bir sebepten dolayı ayrıldığın iş yerinden sonra bir başka iş yerinde aynı sıkıntıları yaşadığını göreceksin. Sıkıldıkların, yaşadıkların tekrarlanıyor. Belki başlıkları, kişileri değişiyor ama sorun aynı. Ne zamanki sen değişeceksin, o zaman o zincir kırılacak. Ve dostum, insanın en büyük sorunu sorunsuzluğu. O yüzden belki sorunlu olmayı tercih ettiğini sana söylemek zorundayım."
O kadar doğru geldi ki bana burada yazanlar, kişinin asıl problemi hep kendisi. Bazen başkalarını suçlamaya çalışıp kendimizi acizce savunduğumuz anlarda bile aslında kendi zaaflarımızla başbaşayız. Kendimizden asla kaçamayız, bir tek kendimize yalan söyleyemeyiz. Ben değişmiyorsam, bunu reddediyorsam bu problem beni zedeler, kimseyi değil. Ben kendimi yıpratmayı seçip, etrafıma körce bakmayı adet edinmişsem vay halime bunu asla kimse durduramaz. Kilit nokta hep kendimiziz, asıl sorun kendimizdekini irdeleyerek çözülür, başka yolla değil...
Şimdi de mimlenenler; Veni Vidi Vici, lalenin bahçesi ve dilayra..Kolay gelsin arkadaşlar:)
Gelelim bugünkü birinci konu başlığımıza, size Stefan Zweig'ın "Bir Kadının Yaşamından 24 saat ve Bir Yüreğin Ölümü" adlı kitabından, 2. öyküde yeren alan bir paragrafı sunmak istiyorum. Bu kısacık kitapta sadece 2 öykü yer almakta. Konu açısından fazla enterasan olmayan fakat anlatım yönünden inanılmaz derinliğe sahip olan bu öyküler okurken beni inanılmaz derecede etkilediler.
Gelelim bahsettiğim paragrafa:
"Bir yüreğin adamakıllı sarsılabilmesi için her zaman ille de kaderin güçlü bir tokadı ya da herşeyi sert bir şekilde söküp atan bir güç gerekmez; hatta gelişigüzel nedenle yıkımı yaratmak, kaderin ele avuca sığmaz heykeltraş isteğini tahrik eder. Biz insanoğlu, kendi anlaşılmaz dilimizde bu ilk hafif dokunuşlara bahane deriz ve onun küçücük cüssesiyle çoğu zaman muazzam etkili gücüne şaşar kalırız; fakat bir hastalık nasıl sinsice ortaya çıkarsa, bir insanın kaderi de ancak herşeyle gözle görünür hale geldiğinde ve olaylar başladığında kendini belli eder. Kader, yüreğe dıştan dokunmadan çok önce beyinde ve kanda içten içe ilerler her zaman. Kişinin kendini tanımaya başlaması aslında kendini savunmaya başlamasıdır ve bu, çoğu zaman beyhude bir savunmadır." Böyle çarpıcı bir paragrafla giriş yapılan bir öykünün devamını kim okumak istemez ki. Ayrıca en çok dikkatimi çeken nokta da yazarın inanılmaz uzun cümleler kullanıp ama bunları çok güzel bağlayabilmesi. Yazar karakterlerini ustalıkla okuyucunun önüne sunuyor, ve gerek biz gerek kendi tarafından ruh çözümlemeleri yaptırıyor. Bu kitapta bulunan 2 öykü de Freud tarafından da çözümlenmiştir.
Gelelim ikinci konumuza:
Popüler yazarımız Paulo Coelho'nun Veronika Ölmek İstiyor adlı kitabını duymuşsunuzdur belki. Kitabın konusu kısaca şöyle; 24 yaşında güzel, işinde başarılı, ailesinin gözünde iyi evlat olan Veronika bir gün artık bu hayatın onun için yeterince iyi olmadığına karar verip intihar etmeye karar veriyor. Zamanında müdahale edilerek kurtarılan Veronika, ailesi tarafından özel bir psikiyatri kliniğine yatırılıyor. Uyandığında kendisine söylenen ise onu kurtardıkları fakat damarlarında gerçekleşen deformasyondan ötürü çok az ömrünün kaldığı. Tadılan ölüm yaşam tekrar ölüm düşüncesinin şokuyla Veronika daha çok sarsılıyor ve buna bir anlam veremiyor. Yalnızca kalan birkaç günlük ömür düşüncesi kendini tekrar keşfetmesine ve farkedemeği güzel şeyleri görmesine yarıyor. Artık o başka biri ve önünde birçok hayaliyle ve tanıştığı Ed'le yalnız değil. Bu küçük ironi onda yeniden uyanış yaratıp hayata dönmesine yardımcı oluyor.
İşte bu güzel kitabın, sinemaya uyarlanması da gayet başarılı olmuş. Kitapla aynı adı taşıyan filmde başrolü Sarah Michelle Gellar oynamakta, rolünün hakkını verdiğini düşünüyorum. Filmde kitaptaki öğelerin dışına çıkılmadan, yalın bir anlatımla Veronika'nın sıkıntısı başarıyla izleyiciye aktarılmış.
Diğer bir başlık da;
Gabriel Garcia'nın en meşhur eseri olan Yüzyıllık Yalnızlık adlı kitabının Stüdyo 100ekibi tarafından tiyatroya uyarlanması. Geçen hafta çarşamba günü CKM'de izledim bu oyunu. Bence bu kadar iddialı bir konusu ve böylesine kült bir eseri sahneye koymak gayet iddialı bir olay. Bu arada Edinburgh Fringe Festivali (2002) En İyi Oyun ödülüne sahiplermiş zaten. Oyuncuların doğallıkları, abartısız ve yerinde mimikleri sayesinde bir dakika olsun gözümü kaldırmadan izledim.
Hayat ve ölüm arasında büyülü bir yerde hayatından sadece tek bir anı seçeceksin...Hafızandaki diğer herşey ise silinip gidecek.Üstelik çabuk olmak zorundasın.Sonsuzluğa ulaşmak için zaman hızla daralıyor...
Büyülü gerçekçiliğin izlerini taşıyan oyunda beş karakter seçim yapma yolculuğunda seyircisini de geçmişte,gelecekte ve o anda bu düşünsel yolculuğa çıkarıyor.
‘’ Peki ya sen ne seçerdin? ‘
Son konumuz ise benim ilk MİM'im olacak:)
Sevgili Peanut beni mimlemiş, hemen üstüme düşeni yapıp bu zorlu görevi yerine getirmeye çalıştım;)
Mimimiz şudur efendim:
•Takip ettiğiniz bloglardan ya da blogunuzda yer verdiğiniz blog listesinden baştan 3sıradaki bloga girip, onun takip ettiği bloglardan(blog listesinden) -daha evvel görmediğiniz- bir bloga tıklıyorsunuz.
•Oradaki yazılara göz atıp birini gözünüze kestiriyor, okuyorsunuz.
•Hoşunuza giden bir paragrafı alıp blogunuzda paylaşıyorsunuz.
•Bu paragrafla alakalı birkaç cümle sarfetmeyi de ihmal etmiyorsunuz:)
•Alıntı yaptığınız blogun son yazısına yorum olarak bu mimi düşüyor, kendi yazınıza link veriyor ve bu blog sahibini de mimlemiş olduğunuzu iletiyorsunuz.
•Son olarak mimlemek istediğiniz başka blogdaşlar varsa mimi onlara da yolluyorsunuz.
Ben de severek takip ettiğim Ayşe's World adlı blogdan, dilayra'nın "Bir nefes İstanbul'dan" postundan kendime bir paragraf seçtim. Aslında bu post Aret Vartanyan'ın kitabından bir alıntı ama ben o kadar çok sevdim ki kendime kesinlikle bunu seçiyorum. Vee tek kelimeyle dilayra'nın blogundaki fotoğraflarına, sevecen cümlelerine, samimi anlatımına bayıldım.
"Sen değişmedikçe çevrendeki hiçbir şeyin değişmeyeceğini kabul et. Sen değişmedikçe yaşam tekrarlardan ibaret olacak. Geçmişinin tekrarı. Tıpkı her seferinde sıfırlanıp, sonrasında limitini dolduran kredi kartı borçların gibi. Bir sebepten dolayı ayrıldığın iş yerinden sonra bir başka iş yerinde aynı sıkıntıları yaşadığını göreceksin. Sıkıldıkların, yaşadıkların tekrarlanıyor. Belki başlıkları, kişileri değişiyor ama sorun aynı. Ne zamanki sen değişeceksin, o zaman o zincir kırılacak. Ve dostum, insanın en büyük sorunu sorunsuzluğu. O yüzden belki sorunlu olmayı tercih ettiğini sana söylemek zorundayım."
O kadar doğru geldi ki bana burada yazanlar, kişinin asıl problemi hep kendisi. Bazen başkalarını suçlamaya çalışıp kendimizi acizce savunduğumuz anlarda bile aslında kendi zaaflarımızla başbaşayız. Kendimizden asla kaçamayız, bir tek kendimize yalan söyleyemeyiz. Ben değişmiyorsam, bunu reddediyorsam bu problem beni zedeler, kimseyi değil. Ben kendimi yıpratmayı seçip, etrafıma körce bakmayı adet edinmişsem vay halime bunu asla kimse durduramaz. Kilit nokta hep kendimiziz, asıl sorun kendimizdekini irdeleyerek çözülür, başka yolla değil...
Şimdi de mimlenenler; Veni Vidi Vici, lalenin bahçesi ve dilayra..Kolay gelsin arkadaşlar:)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)