9 Aralık 2013 Pazartesi
11 Ocak 2013 Cuma
Zaman zaman gelenler
Perdenin arasından yumuşacık bir
güneş sızıyor, yarı aydınlık olan odanın, sahipsiz gibi duran eşyalarını
ısıtmaya çalışıyordu. Alarmın çalmasına, 5 dakika, 25 saniye vardı. Eylül, gece
boyunca gördüğü türlü rüyanın etkisinden daha yeni çıkmış, yüzündeki yorgun
huzurla, yastığının altına ellerini sokmuş ve kendine doğru büyük bir
sahiplenme duygusuyla çekmişti. Yan komşunun kedisi, İlyas Bey ile Hatice
hanım’ı uyandırmaya çalışadursun, üst kattaki genç müfettiş de çoktan uyanmış,
dün gece geçirdiği yorgun mesai saatlerinden sonra, yeni ve zor bir güne
başlamanın telaşı içindeydi. Aynada kendine şöyle bir bakıp ceketini
düzeltirken, işe gittiğinde hazırlayacağı zorlu raporların yanı sıra akşam
yapayalnız eve girdiğinde yapacağı ev işlerini de kafasında planlıyordu. Sempatik
yüz hatları ve güldüğünde bir çift çizgiden ibaret olan gözleri, geleceği
düşündüğünde olanca ciddi bir hal alıyordu. Adı Murat’tı, şimdiye kadar
sorumluluklarını yerine getirmiş, ailesiyle her genç gibi üniversite
zamanlarında ufak tefek çatışmalar yaşamış ama hep dik durabilmeyi başarmış bir
gençti. Murat, evden çıkıp otoparktaki arabasına yöneldiğinde, Eylül de artık
uyanmış ve her sabah yaptığı gibi sevdiği müziklerden birini açmıştı. Bugün
günlerden Salı’ydı ve günün şarkısı çokca sevdiği “hang on little tomato” idi.
Eylül, sabah kalktığında gün ile ilgili çeşitli sahneler ve senaryolar
hayaller, yanına da fon müzikleri iliştirirdi, kendini de başrole koyardı bu
sahnelerde, bunlar onun küçük sabah mutluluklarıydı. Bu yumuşak sahnelerin
arasından zorla gerçek hayata geçiş yapmaya çalışır ve o gün işe ne giyeceğini
seçmeye çalışırdı. Renkleri çok severdi Eylül. Siyahlar, griler pek ona göre
değildi...
Öyle işte.
15 Aralık 2012 Cumartesi
Aralık
"And the difference is you" dedi radyodaki şarkıda.
Yandaki bardan kısık ama etkili bir şekilde kulağıma gelen müzikte de "its just a gypsy in my soul" diyordu tatlı bir kadın sesi.
Ben aldım ikisini de birleştirdim kafamda, oldu işte dedim.
Işıklar loş, gülüşler net değildi. Kendini serbest bırakamayan gülüşler zordur.
Şarkılar tatlı, içkiler sert, olan bitense anın ötesinde. Bir dakika, bir sonraki günü kovalamaya yeminli gibi davranırcasına gelecek kaygılı.
Kaygısını sindiremeyen, ama birbirine bakmaya olanca hevesli gözlerse anlatmaya çokca meyilli.
Yazın hafifliği terleyen bir beyaz şarap şişesinin üzerindeki damalacıktan göz kırpabilecekken, aralık ayı durduk yere insanı tasalandırır.
Aralık sonrası, uzunca sürecek olan ocak ve şubatın efkarını tutanların dikkatini dağıtacak, keskin bir ışık düştü birden bire yüzlere ve küçük pandomim hareketleriyle kıpırdandı etraftakiler.
Fısıltılar gitgide yükseldi, ana kahramanlarımız ışığın içine hapsolurken, "por una cabeza" çoktan anı ölümsüzleştirmişti. Kırmızı şarap şişelerden dökülüverdi kadehlere.
Sonra kadın adama dedi ki "içilmekten öte konuşulsun diyedir şarap, kendi kendine dile gelen nadir içkilerdendir."
9 Aralık 2012 Pazar
Hep
Kendimiz olsak, hep kendimiz.
Gözlerimiz, hüznü veya sevinci ayırt etme gereksinimi
duymadan dolması gerektiği yerde dolsaDondurma yerken kimseyi umursamasak, çalan neşeli piyano parçasına eşlik edip bisikletlere atlasak
Yere düşen yaprakları günün hatırası olarak çantamıza koysak, birbirimize bakarken,
kafamızdaki baloncukları da özgür bıraksak…
Renkleri uyum derdi olmadan karıştırsak, kirletsek
ellerimizi
Sonra yarın olsa, dünden daha da güzel
Gökkuşağını alsak yanımıza, paketlesek, renklerimiz
çalındığında yolumuza sersek, rotamızı çizsek tekrardanMüthiş müzikler gelse uzak diyarlardan, açsak kollarımızı dönsek öylece…
Huzuru arkadaş edinip, hiç çıkarmasak hayatımızdan
Ve kendimiz olsak, hep kendimiz…
21 Kasım 2012 Çarşamba
13 Kasım 2012 Salı
Sorularım var
Hayallere ulaşmak ne kadar zordur?
Çokca hayalim varsa, hangilerinden fedakarlık etmeliyim çünkü hepsi bir ömüre sığacak gibi gözükmüyor
Müzik, hayatımda bu kadar önemli rol oynamak zorunda mı? Siz de, her an için kafanızda benim gibi bir fon müziğiyle mi gezersiniz, lakin ben daha yataktan kalkar kalkmaz günün ışığına ve kafamdaki senaryoya göre yerleştiriyorum notaları.
Gel gelelim bir de bir sürü kelimem var, onun yanına koyuyorum olmuyor, ya sıfatın rengi tutmuyor, ya fazla rükuş kalıyor..karıştırıyorum renkleri,absürdsün diyorlar bazen. Seviyorum ama böyle olmayı...bir de şu sonları getirsem, "son"larım hep eksik...lunaparka gideyim diyorum, başım dönüyor, deniz kenarında bitireyim diyorum, ufuk beni deli ediyor, dalıp gidiyorum...yalnız bir ağaç altına oturayım diyorum, bu sefer de yapraklardaki yansımalar aklımı çeliyor, türlü türlü eğlence çıkarıyorum ışık oyunlarından..."son"lar beni oyalıyor, bense onları kovalıyorum. Bakalım kim kazanacak...
Çok fazla noktam, virgülüm, ünlemim var. Bazen yerlerini karıştırıyorum, anlarsınız ya ben üç nokta insanıyım aslında, neden "son"larla problemim olduğu açık, çoğunlukla bitirmek için nokta koyamayanlardanım, nerde ne biter bilemiyorum belki...Bazen susturamıyorum kendimi, sıralıyorum virgüllerimi.Ya ünlemlere ne demeli? Aşırı heyecanlı değilim hayır, aşırı şaşkınım bence!
Niye bu kadar kararsızım? Çok fazla baloncukla mı geziyorum kafamda, her türlü kurguya yer var bende...çabucak bir drama çeker, hemen onu korku kuşağına kaydırabilir, bir iki uzaylıyı alıkoyup bilim kurgu yaratıp, dünyanın en komik surat ifadesini takınıp sizi güldürebilirim...ama hangisini yapacağıma karar vermek çok zor. Bugün hangi Pınar'ı seçelim diye halk oylaması yapsak daha kolay!
8 Kasım 2012 Perşembe
Basamaklar Arası
Bazen her şeyi öğrenmek, ortaya konan bütün dahice şeylerin farkında olma isteği sarar...
Bazen de, herkesin gördüğünden daha farklı şeyler ifade eden cümlelerin yanından koşar adım geçeriz...
Yansımalar bir adım ötededir, çekinerek bakakalırız öylece...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)