29 Haziran 2010 Salı

Eskici


Kulağımda Morrisey çalmakta..ben de mekan kavramını unutmuş, etraftaki sesleri net duymadan, kıpırdayan ağızlar orkestrasına bakıyorum…içim bir yandan şarkı söylerken, bir yandan okyanuslarda boğuluyor…anlık değişimlerime şaşıp kalıyorum…insanlar gelip geçiyor yanımdan…çoğunun suratı asık, vazgeç deseler koparacaklar iplerini..ben de mi onlardan biriyim..Bilmem…

Yalnızlıksa garip bir his…aslında çok kalabalık içim, susmuyor…yani hiç yalnız değil…ama öyleyse neden boş kuyuya düşen madeni paraların yarattığı yankılar duyulmakta orda burada…soru sormaktan yorulmuş bir bünye var burada..kendi sorularına yanıt alamamak hem doğal hem traji komik…varsın gelsin cevaplar saçma olsun ama emin olayım ben o cevaplardan..

Kendimi eskici dükkanının toz altında kalmış, nakışları hırpalanmış ama her an vitrin önü için keşfedilecek bir parçası gibi hissediyorum…
Günlerse geçip gidiyor…bazen hızla akan sayaçlar gibi bazen de bir pandomim sanatçısının hareketlerindeki sakinlik kadar ağırca..

23 Haziran 2010 Çarşamba

Playground or not?


Bazen yaratıcılığını kullanıp siyah beyaz hayallerle mutlu olabilen ruhumuz, ya somut renklerin o yadsınılamaz sıcaklığına kapılırsa…hangisinden yanaysak boşverin de,bizi mutluluğa ulaştırabilecek hayallere yakınsak sorun yok demektir…


Binbir surat ben, yine kendimi eğlendirdim…bu ara çok değişken olan hava gibi benim de renklerim değişkendir…”Geçen zamana el sallamak”…bazen zihnimde pause’a basarak yaşanılanları delete etmek gerekse de…elimde kalan güzel anları da, save etmek bir o kadar önemli şu aralar…

Ben bir şunları halledeyim de, ondan sonra "life is a playground or not” sorusuna yanıt vermeye çalışırım…lakin o kadar kolay değil biliyorsunuz…

21 Haziran 2010 Pazartesi

Bu aralar



Bu aralar genelde hayatımın arka fonunda Norah Jones'un bu şarkısı yer alırken, kafamı karıştırmadan, dümdüz günler geçirmeye çalışıyorum, hatta çalışmıyorum..zaten kendi hızlıca geçip, gidiyor...

Bir de kısa olan saçlarımı, biraz daha kısaltıp klipteki şekle sokmak istiyorum...

16 Haziran 2010 Çarşamba

Sahilde Kafka'dan kalan izler


Dün, Haruki Murakami’nin son kitabı olan, Sahilde Kafka’yı bitirdim. Baş karakter olan Kafka Tamura ile aramda çok ortak nokta buldum. 650 sayfalık bu kitabı, hiç elimden bırakmak istemeden okumamın sebebi, duyguların dışa vurumunun son derece net ve de gerçekçi yanıydı. En sevdiğim kısımlarsa Kafka’nın içindeki Karga adlı delikanlıyla olan konuşması ve Oşima’yla karşılıklı hayatı sorgulayışlarıydı.

Sahilde Kafka’dan bana geriye kalanlar:

-Deneyimlerinden yola çıkarak söylemem gerekirse, insan bir şeyleri ne kadar isterse istesin, o şeyler kendiliğinden asla çıkıp gelmez. İnsan bir şeylerden uzak durmaya çalıştığında ise, o şeyler kendiliğinden insanın üzerine üzerine gelir. Elbette bu herkesin aklına gelebilecek bir şey.

-Mutluluğun tek bir türü vardır, ama mutsuzluk bin bir şekilde ve büyüklükte gelebilir. Tolstoy’un dediği gibi: Mutluluk masal, mutsuzluk ise öyküdür.

-Yalnız çok fazla canımı sıkan şey, hayal gücünden yoksun insanlardır. T.S. Eliot’un ifadesiyle “içi boş insanlar”. O hayal gücünden yoksun oldukları kısmı, hissiz perdelerle örtmeye kalktıkları halde, kendileri bunun farkında olmadan ortalıkta dolaşıp dururlar. Sonra o hissizliklerini içi boş laflarla başkalarına dayatmaya kalkarlar.

-Dünya her gün değişim içindedir Nakata. Her sabah saati gelince hava aydınlanır. Fakat karşındaki dünya dünkünden farklıdır. Uyanan da aynı Nakata değildir.

-Şu an hissettiklerin, çoğu Yunan tiyatro oyununda da motif olarak kullanılan bir şey. İnsan kaderini değil, kader insanı seçer. Bu, Yunan tiyatrosunun temel dünya algısıdır. Sonra, bu trajik özellik de, Aristoteles’in söylediği bir söz ama kaderin cilvesi olarak, söz konusu kişinin eksikliği değil, güzelliğini payanda olarak kullanır…İnsan eksiklikleriyle değil güzellikleriyle daha büyük trajedilere sürüklenir.

-Sophokles’in Oidipius’u: Kral Oidipius, tembelliği ve aptallığıyla değil cesareti ve dürüstlüğüyle kendi oyununun kahramanı olur. Orada da kaçınılmaz bir ironi ortaya çıkar.

-Fakat ironi insanı derinleştirir, büyütür. Bu da daha büyük bir boyutun kurtuluşu için giriş kapısı işlevi görür. Orada evrensel umut olgusunu bulabilirsin. O yüzden de Yunan tiyatroları günümüzde bile birçok insan tarafından okunuyor ve sanatın temel formlarından biri olarak kabul ediliyor.

-Dünyadaki her şey metafordur…Yani bizler metafor düzeneği yoluyla, ironiyi kabulleniriz. Sonra da kendimizi derinleştirir, geliştiririz.

-Anton Çehov çok güzel söylemiş. “Eğer öyküde bir tabanca geçiyorsa, sonunda mutlaka patlaması gerekir” diye…Çehov şunu demek istemiş. Gereklilik bağımsız bir kavramdır. Mantık, ahlak ve anlamdan ayrı olarak söz konusu olur. Görev ve işlev birbirini tamamlar. Görev itibarıyla gereksiz olan bir şeyin, bulunmasının da anlamı yoktur. Görev itibarıyla gerekli olan bir şey de, mutlaka bulunmalıdır. Buna dramaturji denir. Mantık, ahlak ve anlam kendi başlarına bir bünye olarak değil, ilişkisellik içinde var olurlar. Çehov dramaturjinin ne olduğunu çok iyi anlıyordu.

-İnsan kendisinin eksik bir parçasını bulmak umuduyla aşık olur. O yüzden de, aşık olduğu insanı düşünürken, kişisine göre değişmekle birlikte, az ya da çok hüzünlenir. Çok eski bir zamanda kaybettiği, özlemle andığı, uzaklarda kalan bir odaya adımını atmış gibi hislere kapılır. Bu hissi ilk keşfeden sen değilsin. O yüzden telif hakkı için başvuru yapmaya da kalkma.

-Özgürlük sembolü olabilecek bir şeye sahip olmak, özgürlüğün kendisine sahip olmaktan daha önemli olabilir.

-Jean Jacques Rousseau medeniyetin insanoğlunun çit yapmaya başlaması sonrasında doğduğunu söyler. Çok haklı. Tüm medeniyetler çitle çevrelenmiş esaretin ürünüdür.

-İnsan yaşamak için doğuyordu ne de olsa. Öyle olduğu halde, yaşadıkça yaşadığı ölçüde içinin boşaltıldığını, bomboş bir insan haline getirildiğini hissedebiliyordu. Üstelik daha ileriki zamanda da, yaşadığı sürece içinin boşalmaya devam etmesi, dımdızlak, değersiz bir insan haline gelmesi olasıydı. Yanlış olan da buydu. Bu akışı bir yerlerde değiştirebilecek miydi acaba?

-Öyleyse bir soru daha sorayım. Müziğin bir insanı değiştirme gücü var mıdır? Yani bir gün bir müziği dinleyince, insanın içinde tamamen bir şeylerin farklılaştığı olur mu?

-Berlioz’un bir lafı vardır. “Eğer sen Hamlet’i okumadan yaşamını tamamlıyorsan, ömrünü bir kömür madeninin dibinde geçirmişsin demektir.

-Anılar insanın vücudunu içten içe ısıtan şeylerdir. Fakat aynı zaman da lime lime de edebilirler.

-Zamanın göreceli ağırlığı, çok anlamlı kadim bir rüya gibi üzerine çöküyor. O zamandan kurtulabilmek için hareket etmeye devam ediyorsun. Dünyanın öteki ucuna gitsen bile, o zamandan kaçamayabilirsin. Fakat öyle bile olsa, dünyanın öteki ucuna gitmek zorundasın. Dünyanın öteki ucuna gitmedikçe yapamayacağın şeyler de var çünkü.

-Sonra uyuyorsun. Gözlerini açtığında ise, artık yeni bir dünyanın parçası oluyorsun.

Bir haftalık bir serüven yaşadım bu kitapla, 14 haziran pazartesi akşamı serüvenimiz sona erdiğinde…ben kendi adıma baya yol kat etmiş, yorulmuş hissettim kendimi. Diyalogların anlamlı vurguları beni olumlu anlamda dikkatimi toplamaya zorladı ve ruhen yordu dersem yalan olmaz. Kitap boyunca hissettiğim şunlardı, kayalarla dolu bir denizde yüzüyordum ve dalarken dikkatli olmazsam…o sert ve keskin uçlu kayalar canımı yakabilirdi.. O yüzden de derinliklere dikkatli inilmeli, yavaş yavaş inerken de her bir parça, her bir data ayrı ayrı gözlemlenmeli ve bilinç altına işlenmeliydi ki, bu yollardan bir kez daha geçilirse tecrübe hayatımı daha kolay hale getirebilirsin…Yıldırımlar da çaktırdı kafamın içinde, huzurlu müzikler de eşlik etti yeri geldiğinde, soğuk rüzgarlarıyla titretti arada ve kıyıya vardığımda…deniz bana baktı bense ona yine görüşeceğiz demek istedim senle…İşte sahilde Kafka bana bunları yaşattı içimde…her bir bahsi geçen müzik ve yazar itinayla not alındı…nitekim denizler derin, hazırlıklı olmak gerek dedim ona. Ben seni dinlerim…hepimizin içi büyük boşluklarla dolu, içlerimizde esen şiddetli rüzgarlın soluğunu yavaşlatacak olansa bu donanımları edinmekten geçer dedim…Bilmem, ben böyle düşündüm kapağı kapattığım an!

Bir de buradan küçük bir not ileteyim çok sevdiğim bir arkadaşa: Ben genelde kitaba başladığım ve bitirdiğim tarihleri yazarım kapak sayfasına, ya da o an çok severek dinlediğim bir şarkıyı..R.E.M'den "Everybody Hurts" çalıyordu kulağımda, ilk başladığım gün bu kitaba...Kitabı gösterdiğim arkadaş da benden habersiz bir not yazmış oraya not everybody hurts diye :) bir de ek olarak şu'nu not etmiş: Hayat, planlar yaparken başımıza gelen olaylar bütünüdür...Ben de severim John Lennon'ı ve bu sözünü..sevgili arkadaşım eğer bu yazıyı okursa, ona burdan çok sevdiğim imagine'ın sözleriyle bir selam etmek istedim...

You may say that I'm a dreamer
But I'm not the only one
I hope someday you'll join us
And the world will live as one....


Fotoğraf: 2008 Bozcaada

10 Haziran 2010 Perşembe

Eski güzel yazlara

Yeni kitabım-Sahilde Kafka, Yazar: Haruki Murakami
Bu kitabı alırken biraz kalınlığına bakıp, acaba ben bunu bitirebilir miyim diye düşündüm ama kitapçıda kaç seferdir elim ona gidiyordu..En sonunda kapmıştım, kendisi benle beraber bir kez yolculuğa çıkmıştı, kaçış yoktu..Ben onu kelime kelime, paragraf paragraf sömürecektim ve serüvenimiz bir torbada başladı onla, şimdi ise yanı başımda her gece..Sağolsun beni yalnız bırakmayanlardan o da...
650 sayfalık kitabımın henüz 200 küsür sayfa kadarı sömürüldü;ama şu zamana kadar altını çizebildiğim birkaç yer edindim hemen..Arada bir diyaloglarda Franz Kafka'ya değinmesi de ilginç geldi, hatta eski mitoloji kitaplarına, bestecilere, Tolstoy'a, Macbeth'e... kitap kendi içinde şu ana kadar bana araştırılacak yeni şeyler kattı diyebilirim...Daha sonra belki paylaşacağım daha güzel yerler olacaktır ama şimdilik şu nacizane seçmelerimi paylaşayım istedim..

"Puccini müziğinde nasıl desem, sonsuzluğun geriye doğru aktığını hissettiren bir şeyler var. Evet, biraz popülarite peşinde ama tazeliğini de koruyor. Bu da sanatsal açıdan mükemmel bir bütünlük sağlıyor."
Hemen Puccini'nin en bilindik eserlerinden olan Maria Callas'ın seslendirdiği o muazzam Madame Butterfly'dan sizlere bir örnek koymak istedim..


Yazar karakterlerini konuştururken, Franz Kafka'nın okuduğu eserlerini sayıyor..Ben Dava'yı ve Dönüşüm'ü okuyup Kafka'ya hayran kalmıştım..Kitapta bahsedilen diğer bir eseri ise Ceza Sömürgesi..Bunu not aldım, okunacaklar arasına çoktan girdi..

"Mutluluğun tek bir türü vardır, ama mutsuzluk binbir şekilde ve büyüklükte gelebilir. Tolstoy'un dediği gibi: Mutluluk masal, mutsuzluk ise öyküdür."

Ve Franz Kafka'nın en bilindik eseri Dönüşümden..
"Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.."

Korkusuz uyanılan sabahların huzurunu barındıran, eski yaz tatillerinden kalma bu fotoğrafları bulunca yüzüme ferah bir gülümseme yerleşti...















"It is a feeling that no matter what the ideas or conduct of others, there is a unique rightness and beauty to life which can be shared in openness, in wind and sunlight, with a fellow human being who believes in the same basic principles. "
Sylvia Plath..

6 Haziran 2010 Pazar

Yaşamaya Değer


Dün sinemada izlediğim bir filmden söz etmek istiyorum sizlere. Orjinal adı "L’Elegance du herrisson" olan, Fransız yapımı ve kitaptan uyarlama olan bu film, arkadaşla acaba vizyonda ne vardır diye bakıldıktan sonra, konusu itibarı ile uygun seçildi. Gösterişsiz afişi ve oyuncularıyla, benim gözde filmlerim arasına gireceğini bilmiyordu. İzlendikten sonra çabucak listede yerini aldı kendisi.
Konuya gelince, Paris’te dış dünyadan uzak bir çevrede yaşayan 11 yaşında, oldukça zeki bir kız olan Paloma, 12. yaş gününde intihar etmeye karar verir. Evet yanlış duymadınız, uzaktan hiçbir problemi yok gibi görünen küçücük bu kız, aslında insanların bütün duyarsızlıklarının, saçma hırslarının farkındalığında olup...hayatı bir balık kavanozunda yaşamanın ne kadar mantıksız olduğunu gözler önüne sermek ister...bunun için de günlük hayat diyaloglarını barındıran, bir film çekmeye karar verir..olur olmaz yerlerde saklanarak, ailesinin gündelik hayatını kameraya alır...bu arada da intihar için geri sayım başlamıştır. Ailesinin gereksiz dertleri, kendilerinden olmayanların duygularına kayıtsız kalmaları, Paloma'yı onlardan gitgide uzaklaştırmaktadır. Dışardan mükemmel aile imajına sahip insancıklar arasında, Paloma kendini onlardan izole etmeye çalışan, yalnızlığını güvenliği haline getirmiş, sessiz kalmayı seçmiş bir yetişkin adayıdır. Tam da herşeyin sonuna varıldığı düşünüldüğü anda, bu zengin apartmana Bay Ozu adında gizemli bir Japon komşu taşınır. Bay Ozu'da zengin sınıfına ait fakat insanların içindeki inceliklerin çoktan farkına varmış bir insandır. Daha ilk günden, kimsenin diyalog kuramadığı apartmanın kapıcısı olan Rene ile iletişim çabasına girişir..ve onda sıradan olmayan birşeylerin farkına varır..


Rene ve Paloma'nın çok farklı yaş gruplarında yer almasının dışında aslında çok büyük bir ortak noktaları vardır...Saklanacak bir yere ihtiyaç duymaları..
Bay Ozu sayesinde bu üçlü, birbirlerinin dünyalarını keşfedecek, saklandıkları kapıları aralayacaklardır..Zengin kızı Paloma ve fakir kapıcı Rene arasındaki iletişiminin gelişimini ve paylaşımlarını görüp, yalnızlıklarını yıkmaları çok güzel işlenmişti...
Gerisini anlatmak istemiyorum, gerçekten çok izlenmeye değer bir film olduğunu düşünüyorum..
Paloma'nın filmin sonundaki vurucu cümlesi gerçekten çok hoştu..Hatırladığım kadarıyla:Ölmek önemli değil, ölürken ne yaptığın önemlidir..Rene sevmeye hazırdı..diyerek bitiriyor..ve o an, o sahne benim kafama bir daha unutulmamak üzere işleniyor...

Lütfen bu sitedeki görselleri ve yazıları izinsiz kullanmayınız..